RSS FEED

Sayfalar

Laz Marks" Oyunundan Yönetmen Açıksözlü'ye Dava


Laz Marks" Oyunundan Yönetmen Açıksözlü'ye Dava

Leman Kültür ve Canşenliği Oyuncularının ortak yapımı olarak bir yıldır sergilediği "Laz Marks" adlı oyunu nedeniyle oyunun yönetmeni ve oyuncusu Haldun Açıksözlü hakkında "başbakana hakaret" iddiasıyla dava açıldı.
Rize - BİA Haber Merkezi
09 Mart 2010, Salı



Leman Kültür ve Canşenliği Oyuncularının ortak yapımı olarak bir yıldır sergilediği "Laz Marks" adlı oyunu nedeniyle oyunun yönetmeni ve oyuncusu Haldun Açıksözlü hakkında "başbakana hakaret" iddiasıyla dava açıldı.
Yaklaşık 80 ayrı il ve ilçede sergilenen oyunun Rize'deki gösterimi sonrasında yapılan şikayet nedeniyle Açıksözlü, Rize Sulh Ceza Mahkemesi'nde "Başbakana hakaret ettiği" iddiasıyla iki yıl sekiz ay hapis istemiyle yargılanıyor.
Yönetmen 12 Mart'ta ifade verecek


Yönetmenin bu dava kapsamında vereceği ifade 12 Mart'ta, saat 09.45'de Beyoğlu 2. Sulh Ceza Mahkemesi'nde alınacak.
Yönetmenin avukatları Hüseyin Güçlü ve Hakan Bintepe, kamuoyuna yaptıkları bir yazılı açıklamayla, "Yurttaşların, böylesi düşünce ve ifade özgürlüğünü yok etmeye yönelik girişimlerde bir arada olmalarının özgürlüklerin önünü açacağına" inandıklarını ifade ettiler. (EÖ)

İbo-Mahir-Deniz Zafere kadar izinizdeyiz



Deniz Gezmiş, Mahir Çayan ve İbrahim Kaypakkaya, ölümlerinin üzerinden geçen onlarca yıla rağmen, nasıl da gençler! Onları tarihin tozlu sayfalarına gömmeye kalkışanlara inat nasıl da canlı, güncel ve yaşam dolular! Gençlerin ellerinde nasıl bayraklaşıyorlar!
Onları asanları, kurşunlatanları, işkencede katledenleri ise kimse savunamıyor bugün. Her biri birer zavallı yaratık olarak, ya sinsice gizleniyor, ya da milyonların öfkesinin altında eziliyor. Adalet mücadelesiyle bu katillerden hesap sormak giderek daha olanaklı ve daha yakıcı hale geliyor.

Denizlerin, Mahirlerin ve İbrahimlerin fikirleri, anıları ve mücadeleleri her geçen yıl daha da büyük yığınların bilincine işleniyor. Onların şehit düştüğü yıl dönümleri, onbinlerin sevgi ve ilgisiyle sarmalanıyor. Bu muazzam ilgi, halkımızı derinden saran toplumsal uyanışın bir belirtisi, alameti değil mi? Denizler şahsında halkımızın bayraklaştırdığı, aslında değişim arzusu ve arayışı değil mi?

Leş kargaları, akbabalar gibi onların mirasını kendi kirli çıkarları uğruna sahiplenmeye çalışan, onların anısını çarpıtarak bozmaya kalkışanlar da var! Halkımızın tüm değerlerini, yeraltı ve yerüstü zenginliklerini emperyalizme peşkeş çekmeye dünden razı sözde ‘yurtsever’ özde milliyetçi-faşist kesimler, başı çekiyor bu iç boşaltma yarışında.



Deniz’i, Mahir’i bir Kemaliste indirgemeye çalışıyorlar. Onların devrimci olduğunu, sosyalizm ideali uğruna dövüştüklerini belleklerden silmeye çalışıyorlar. ‘68 gençliğinin, '71 devrimci atılımına giden yolda adım adım aştığı Kemalist yanılgıları öne çıkarıyorlar. Denizleri asan Amerikancı faşist ordunun postal yalayıcılığını yapan bu kesimler, sahtekârca Denizleri sahiplenmeye çalışıyor.



Bunların karşısında liberaller var. Onlar da Denizleri cuntacı, milliyetçi, hatta Ergenekoncu (!) olarak sunmaya, şeytanlaştırmaya çalışıyorlar. Denizlerin mücadele içinde aştıkları ordu hakkındaki yanılsamalarını öne çıkarıyor, bugünkü nasyonal faşistlerle Denizleri bir tutmaya çalışıyorlar. Aslında tersinden, onlar da Kemalist ‘ulusalcı’ kesimlerle aynı şeyi söylemiş oluyorlar. Oysa Denizlerin Filistin’de dövüşen, Küba’da devrimi soluyan, Vietnam’da direnişe aşık olan yürekleri, bu çapsız sahtekarlara en net yanıttır.



Her iki kesimin anlaştığı bir diğer nokta ise; İbrahim Kaypakkaya’yı yok saymak, görmezden gelmek, unutturmaya çalışmak. İbrahim’in Kürt sorunundaki net duruşu ve Kemalizm’den kopuşması karşısında büyük bir sınıfsal kin ve nefret besliyorlar. Devlet de asla esnemiyor Kaypakkaya’nın anısı karşısında. 18 Mayıs anmalarını terörize etmeye devam ediyor.



Denizler, Mahirler ve İbrahimlerin mirası, bugün de yolumuzu aydınlatan bir meşaledir. Kuşkusuz, onları aynen tekrar etmek söz konusu değildir. Nihayetinde bir filizdi onlar, mirasları tabii ki Marksist eleştirel süzgeçten geçirilmelidir. Ancak önemli olan, bu filizin izini sürmektir. Deniz, Mahir ve İbrahim’in açtığı silahlı devrim yolundan yürümeyi sürdürmektir.



Dünkü siyasal çizgileri ne olursa olsun, bugün M. Ali Aybarların, Sadun Arenlerin evrimci parlamentarist yolundan yürüyenlerin Denizleri, Mahirleri sahiplenmesinde de derin bir tutarsızlık vardır. Zira bu üç devrimci önderin mirası, onların peşinden silahlı devrim yolunda yürüyen, nice bedeller ödeyen yüzbinlerin mücadeleleriyle bütünleşmiştir. '71, bu topraklarda 37 yıldır sürmekte olan devrimci mücadeleden koparılamaz. Eski dönemde, '71 devrimciliğinin tek bir kanalını sahiplenen sloganlarla anıldı onlar. Bugün, her üç kanalı da kucaklayan, her birinden öğrenen bir görüş açısıyla sahiplenmek gerekiyor, '71’in yıldızlarını. Onların mirasını içerip aşan, ileri yanlarını derinleştirerek bugüne taşıyan, geri yanlarını eleştirerek aşan bir hatta yürümek gerekiyor. Bu yüzden, sadece Denizleri, sadece Mahirleri veya sadece İbrahimleri değil, üçünü birden sahipleniyoruz. 1920 Mustafa Suphi TKP’siyle birlikte, ‘71 devrimci atılımını kökümüz, dayandığımız dolaysız tarih olarak görüyoruz. Devrim ve sosyalizm yolunda, “Zafere kadar” İbo, Mahir ve Deniz’in izindeyiz.

Türkiye’den yayın yapan muhalif internet siteleri, sansürlenmeye devam ediyor.

29 Mart 2010 Türkiye’den yayın yapan muhalif internet siteleri, sansürlenmeye devam ediyor. Mahkeme, son olarak da www.sosyalistforum.org’adlı internet sitesine yasaklama getirilmesine karar verdi.



Sosyalist Forum’a ulaşmaya çalışanlar, şu yazıyla karşılaştılar: “Sosyalistforum, Konya Yunak Sulh Ceza Mahkemesi’nin, 08/03/2010 tarih ve 2010/46 nolu Koruma Tedbiri kapsamında bu internet sitesi (sosyalistforum.org) hakkında verdiği karar Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı’nca uygulanmaktadır. Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı”) Sitenin yasal sorumlusu Yaver Apaydın ise, kendilerine kapatılma gerekçesinin tebliğ edilmediğini söyledi. Apaydın hakkında geçtiğimiz haftalarda yine Sosyalist Forum sitesinde yayımlanan yazılar nedeniyle, “halkı askerlikten soğutmak”, “PKK propagandası yapmak” ve “Atatürk’e hakaret” iddialarıyla dava açılmıştı. Sitede yer alan, “MKP: PKK yalnız değildir”, “12 Eylül faşizmi, PKK ve devrimci direnişi”, “KONGRA GEL’den Türkiye gençliğine: Askere gitmeyin” başlıklı haber ve yazılar, Yaver Apaydın’ın yargılanması için suç unsuru kabul edildi. Davaya konu olan bu içerikler nedeniyle PKK propagandası yaptığı iddia edilen Apaydın, savcılıktaki ifadesinde suçlamaları reddederek; Sosyalist Forum’un bir tartışma sitesi olduğunu, herkesin siteye girerek görüşlerini açıklayabileceğini hatırlattı.

‘Susmayacağız’

Site yönetimi, yaptığı açıklama ile mahkemenin kapatma kararına sert tepki gösterdi. “Kararı veren de uygulayan da faşisttir” denilen açıklamada, mahkemeye yönelik olarak da, “suç işlemeye devam edeceğiz. Değerlerinizi tanımıyoruz. Suç işlemekten geri durmayacağız” ifadeleri kullandı. Sosyalist yayın organlarına ve Kürt basınına uygulanan sansür ve saldırılara da dikkat çeken site yöneticileri, bütün yasaklamalara karşı her alanda mücadele edeceklerini duyurdular. Kapatılmaya karşı teknik çözüm de üreten site yöneticileri, sayfalarına www.sosyalistforum.net adresinden ulaşılabileceğini duyurdu.

Türkiye sansürcüler listesinde

Türkiye, artık sadece yazılı ve görsel basın-yayın organlarına saldırmakla yetinmiyor. Merkezi Paris’te bulunan Uluslararası Sınır Tanımayan Gazeteciler (RSF) örgütü, geçtiğimiz günlerde internet sansürü bakımından izlemeye aldığı ülkeler arasına Türkiye’yi de katmıştı. RSF, Türkiye’de internet sansürüne en fazla gerekçe gösterilen konuların ‘Atatürk’, ‘Ordu’, ‘azınlık sorunları’ (özellikle Kürtler ve Ermeniler) ve ‘ulusal itibar’ olduğunu da açıkladı. Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’na (AGİT) göre ise, Türkiye’de bir kısmı “keyfi ve siyasi nedenlerden” olmak üzere, yaklaşık 3 bin 700 site yasaklı.

ALİ BARIŞ KURT/İSTANBUL

Ulaşımdaki kaos ve anti komünizm propagandaları

Tüketici Hakları Derneği'nin 2004 ve 2008 yıllarında yapılan ulaşım zamları sonrasında işi adli boyuta taşımaları ve Türk Hukuk'unun ve adaletinin geç'de olsa almış oldukları karar ile Ankarada tam manası ile bir ulaşım kaosu yaşanmaktadır. 9. İdare Mahkemesinin almış olduğu karar ile tam bilet 900 , ögrenci ise 600 olmuştur. Bu gelişmelere karşı halkı cezalandırırcasına kararlar alan Büyükşehir belediyesi başkanı Melih gökçek adlı halk düşmanı niyetini birkez daha açık bir şekilde su yüzüne çıkardı. Belediyeyi bir ticaret hane zanneden bu halk düşmanı kimi hatların iptali ve transfer hakkının kaldırılma kararı ile halka ne denli bir düşmanlık beslediğini birkez daha göstermiş olmuştur. 8 Mart pazartesi trt2 adlı kanalda Minibüsçüler odası başkanı , Özel halk otobüsleri odası başkanı ve bu bermuda üçgeninin onursal yüz karası A.B.B Başkanı Melih gökçek kendilerince haklı olduklarını ve bu zammın geri çekilmesi gerektiğini yoksa Belediyenin zarar edeceğini belirtmesi zihinlerde belediyenin bir ticarethanemi yoksa halka yol,ulaşım,temizlik vs. gibi toplumun herkesiminin yararlanacağı hizmetleri sağlayan bir kuruluşmu yoksa , rantcı popülist bir yönetmelik ile halkın çıkarlarına ters bir istikamet ile kendi çıkarlarını düşünen zihniyetlerin işgali altındaki kuruluşlarmı ,bu ayrımı tüm Ankara halkına uygulamalı olarak 15 yıldan berri göstermektedir m.gökçek . Zira birçok kez üstüne basa basa tekrarladığımız bazı somut gerçekler yine karşımıza çıkmış bulunmaktadır. Yaklaşık birkaç yıl önce Eryaman , Etimesgut, Sincan hattı üzerinde 24'lük diye tabir edilen minibüslerin sahibi Melih gökçektir. Ankaradaki tüm hatlarda faliyet gösteren halk otobüslerinin yıllık 2 bin lira bağış apmış oldukları vakıf ise bu gözü aç 15 yıldır doymayan halk düşmanın eşinindir. Ulaşımdaki ücretlerin düşüşünden İ.M gökçeğin neden bu kadar etkilendiğini merak edenler için bir nebzede olsa aydınlatıcı olmuştur sanırım bu bilgi. Bu gibi Her koldan insanları dolandıran servetlerine servet katmaya devam eden bu doymazlar çetesi gün geçtikce daha'da bir azgınca halka saldırmaya devam etmektedirler.

Trt 'deki programa gelecek olursak bu bermuda üçgeninin lafazanlıklarından ziyade Komünizm düşmanlıklarını Programı izleyen ve izlemeyip Düzenin Uşaklığını yapan bu kişileri tanıyan herkez görmüştür sanırım. Tüketici hakları Derneklerinin Başkanının geçmişte Türkiye Komünist Partisinden hüküm giydiğini büyük bir zaaf yakalamışcasına anlatıp salyalarını akıtmaları nasıl bir cehalet içinde olduklarını bize birkezdaha göstermişlerdir.
''Sen komünistin'', '' Komünist kafa yapılı adam'' , '' Komünizm bitt artık gerçek hayata dönün'' ve birçok sayamadığım zırvalar silsilesi eşliğinde saçmalamaları ve kendi söylediklerini kendilerinin cevaplayarak çelişkiler ile dolu olduklarını bağıra bağıra kanıtlamıştırlar. Ekonomik ve konforlu ulaşım hakkının savunucusuyuz diyen Tüketici hakları Dernek başkanına ,Gökçek; ''Sen komünist'sin böyle düşünmen çok normal '' demesi Tekel Direnişi öncesi halka öcü olarak tanıttıkları Komünistlerin işçiler tarafından bu önyargısının kalkması ile birlikte toplumsal adalet,eşitlik, özgürlük gibi kavramların peşinden koşan insanlar olduğunu bir halk düşmanının agzından duymak gerçekten ilginç.

Melih gökçek ve hemcinsleri gibi beyinleri şeriat ve para ile zincirlenmiş bu gerici faşistlerin Komünizmi karalamaya çalışmaları '' siz kKomünistsiniz'' gibi 80 öncesi anti Komünizm propagandalarını anımsatan ve biraz önce yukarda tekrarladığımız gibi Tekel Direnişi ile daha da bir belirginleşen , anlaşılan Komünizmi ve Komünistlerin nasıl insanlar olduğunun bilinmesi , kışkırtmaların ve ucuz oyunlar , basit kışkırtma propagandaları ile biryere varamayacaklarını görmüştürler sanırım. Kendisininde vurguladığı gibi ; Ulaşımın ekonomik, konforlu olmasını düşünebilirsin ki sen bir Komünist' sin demesi bir yandan karalamaya çalıştığı Komünizmin asıl neyi, niçin ve kim için savunduğunu bize kısaca anlatmış bulunmuştur.

İşin özü ''Komünizm'' kelimesinden ne denli bir korku yaşadıklarını birkez daha görmüş bulunmaktayız. Evet toplumsal eşitliği ve adaleti , hatta sizin gözünüzde bir felaket gibi gördüğünüz üretim araçlarının mülkiyetinin halk tarafından kullanılmasını bu coğrafyada Komünistler sağlayacaktır. İnsana insan değeri veren bir toplumsal sistemi egemenliğinizi yıkacak olan Komünistler getirecektir bu topraklara. ''Komünizm bitti, Dünyada ismi anılmıyor'' gibi sizleri tatmin edici cümlelerinizi istediğiniz gibi salyalarınızı akıta akıta sarfedebilirsiniz , Korkularınız Dünyada gelişen Sınıf hareketleri ile çaresiz bir şekilde dışa vurmaktadır. Kapitalizmin fazlasıyla hissedilir bir biçimde yaşamın her alanıda sömürdüğü,katlettiği ve köleleştirdiği toplumlarda ''Komünizm anılmıyor artık'' demeniz kendi kendinizi tatmin etmeniz ile birebir anlam taşımaktadır. Siz ve sizin gibi yaşamsal tüm olguları para , kar ilişkisinden başka farklı bir perspektifte göremeyen burjuvaları Dünyadan yeryüzünden silip tarihin bataklığına yollayacak olan komünistlere ,Mezar kazıyıcılarınızın gazabından kendinizi sakınacağınız günler yakındır. Pişkinlik ile bekleyiniz. !!!

09.03.2010

Direniş

1 Nisan’dan 1 Mayıs’a... Sınıfsal öfke ve kin birikiyor

1 Nisan’dan 1 Mayıs’a... Sınıfsal öfke ve kin birikiyor – Volkan Yaraşır



TEKEL Direnişi işçi sınıfının mücadele tarihinde bir momentumu işaretledi. Direniş, uzun solukluluğu, yarattığı dayanışma ve mücadele ruhuyla sınıfın nesnel ve öznel şekillenmesine hizmet etti. Tarihsel öznenin muazzam gücü bir kez daha ortaya çıktı.
TEKEL işçilerinin mücadelesi, yarattığı büyük anafora rağmen, kısmi kazanımlarla yeni bir aşamaya girdi. İşçi sınıfının geniş kesimlerinin hareketsiz kalması, solun büyük bir kısmının TEKEL’i yalnızca bir ajitasyon malzemesi olarak görmesi ya da sınırlı dayanışma ve ilişkilenme aracı olarak ele alması ve sendikal bürokrasinin ihaneti, mücadelenin böyle seyretmesinin temel nedeni oldu.
Her şeye rağmen TEKEL işçisi büyük bir moral kazandı. Muktedir olma gücü elde etti. Hatta bu özellikler, sınıfın geniş kesimleri tarafından da hissedildi. Bir anlamda TEKEL tarihsel misyonunu tamamladı.
Ankara işgaline son verilmesi, içinde birçok riski taşımasına rağmen, bir soluklanma, moral depolama, güç biriktirme dönemine girilmesinin de göstergesi olabilir. Bugün birçok ilde TEKEL işçileri, yeni sürecin örgütlenmesine ilişkin toplantılar yapıyor ve mücadele kararlılıklarının altını çiziyor. Ayrıca TEKEL işçileri tarafından farklı işçi direnişleri ve İstanbul’da olduğu gibi, öğrenci gençlik destekleniyor.
TEKEL işçisinin hareketliliğini gösteren bu gelişmeler, 1 Nisan’da bir sıçramanın zemini olabilir. 1 Nisan’da Ankara’da gerçekleşecek eylem, işçi sınıfının etkin katılımı ve devrimci güçlerin aktiviteleriyle sınıf hareketinde yeni bir birikim sağlayacaktır.



Bugün her biri kendi özgünlüğünde yeni TEKEL’ler olmaya aday Tariş, Yatağan, Marmaray, Çemen Tekstil, Akardan, Esenyurt işçilerinin direnişleri 1 Nisan’ı beslediği gibi 1 Nisan’da bu direnişleri besleyecektir. 1 Nisan’ın başarısı beraberinde 2010 1 Mayısı’nın gücünü ve etkisini dışa vuracaktır.
TEKEL Direnişi’nden gelen mücadele ruhu Newroz’da yanan ateşle güç kazanmış, şu anda süren işçi direnişleriyle 1 Nisan’ın sınıfın bir atılım günü olarak yaşanmasının önünü açmıştır. 2010 1 Mayısı bu birikimlerle şekillenecektir.
Çin çalışma rejimine karşı 1 Mayıs’ta alanlara!
Türkiye Cumhuriyet’inin bölgesel hamleler yaptığı ve bölgede yeni roller üstlendiği bir süreçte 2010 yılı 1 Mayısı’na giriyoruz. Egemenler bu süreci neo-Osmanlıcılık diye tanımlıyor. Neo-Osmanlıcılığı BOP+Çin çalışma rejim olarak formüle edebiliriz. Türkiye Cumhuriyeti’nin Ortadoğu’dan, Kafkasya’ya ve Balkanlar’a kadar emperyalizmin aktif taşeronluğuna sıvandığı ve bir uç beyi gibi hazırlandığı bu jeo-stratejik yönelim, önümüzdeki sürecin bir katastrof olarak yaşanmasına da neden olabilir. T.C. güçlü bir hamiye dayanarak bölgesel inisiyatif geliştirmeyi ve bölgede düzen kurucu bir güç olarak hareket etmeyi amaçlıyor. Suriye, Irak, Ermenistan, İran, Kürt Federe Devleti’yle girilen ilişkiler, bu yöndeki adımlar olarak düşünülebilir. Emperyalizm tarafından bölgenin yeniden sömürgeleştirilmesi ve dizaynı Türkiye kapitalizminin yönelimleriyle çakıştığı konjonktürde T.C., hızla bir militarizasyon sürecine giriyor. Türkiye kapitalizmi bölgeyi kendi ucuz emek ve pazar ihtiyacının karşılanacağı bir coğrafyaya çevirmeyi amaçlıyor. Bu yönde bir yandan emperyalizmin neo-lejyonerliğine soyunurken, diğer yandan aktif taşeron olarak devrede olmak istiyor. Fakat dünyanın güç gerilimlerinin odağı olan Ortadoğu’da her zaman büyük altüst oluşların yaşandığı unutulmamalıdır.



Türkiye Cumhuriyeti dış politikada hızlı bir militarizasyon sürecine girerken, ülke içinde yeni bir çalışma rejimini inşa etmeye başladı. Neo-Osmanlıcılığın BOP’u tamamlayan ikinci ayağı olan Çin çalışma rejimi, sistematik güvencesizleştirmeyi ve esnekleştirmeyi hedefliyor. Finans kapital bir yandan emperyal arzularla hareket ederken, diğer yandan Çin çalışma rejimiyle sınıfı boyunduruk altına almayı amaçlıyor. İşçi sınıfına 4-C, 4-B, sözleşmeli personel, taşeronlaşma, kiralık işçi, istihdam büroları vb. uygulamalarla köle işçiliği ve “beleş” ücreti dayatıyor. Finans kapital başta kıdem ihbar tazminatı ve asgari ücret olmak üzere sınıfın tarihsel kazanımlarına göz dikmiş durumda. T.C.’yi AB’nin Çin’i, yani ucuz emek cennetine çevirmeyi hesaplıyor. Bu adımlar işçi sınıfına yönelik bir karşı devrim sürecini işaretlemektedir.
İşçi sınıfı TEKEL Direnişi’nin yarattığı mücadele ruhuyla 1 Mayıs’a hazırlanmalıdır. 1 Nisan bu hazırlığın önemli sıçraması olmalıdır.
Kapitalist krize karşı model eylem ve model kimliklerle şekillenen işçi sınıfı, TEKEL direnişiyle bir başka evreye girdi. TEKEL Direnişi işçi sınıfı mücadelesinin daha militan ve daha radikal bir dönemine girişinin ilk işareti olarak değerlendirilebilir. 2010 1 Mayısı da bu anlamda sınıfın öfke ve kininin kolektif şekilde açığa çıktığı gün olmalıdır. Bu öfke ve kinin TEKEL Direnişi’yle nelere kadir olduğu görülmüştür.



Özellikle 2008 ve 2009’daki 1 Mayıs ruhu, yani Taksim’in kazanılması ve kapitalist devlete karşı açık ve net bir mücadele 2010 yılında da taçlandırılarak sürdürülmelidir. TEKEL direnişi her şeyin yeni başladığını göstermektedir. Sınıfsal öfke ve kin bugün tüm atölyelerde, fabrikalarda, organize sanayi bölgelerinde, işçi havzalarında birikmektedir. Yatağan’da, Esenyurt’ta, Tariş’te, Marmaray’da, yani işgallerde, direnişlerde ve grevlerde işçi sınıfı ayaktadır. Sorun bu pratikleri lokalizasyonun sınırından çıkartıp, yeni TEKEL’ler haline dönüştürmek ve ateş topuna çevirerek, 1 Mayıs’a taşımaktır. Bu anlamıyla 1 Mayıs, sınıfın sermayeye karşı açık, net, radikal ve militan mücadelesinin 2010 yılındaki en üst evresi olmalıdır.
Kapitalist krizin ve neo-liberal politikaların yıkıcılığına karşı, yani işsizliğe, açlığa, geleceksizliğe, Çin çalışma rejimine karşı 1 Mayıs sınıfın kolektif öfke ve kininin ve gücünün açığa çıktığı bir gün olmalıdır.
Bir manada 2010 1 Mayısı, 2010 yılının kazanılması anlamına gelecektir.
1 Nisan’da TEKEL işçileriyle tek yumruk olmayı başaran işçi sınıfı, 1 Mayıs’a da güçlü, kararlı ve etkin çıkabilir. Bu diyalektik 26 Mayıs genel eyleminin, gerçek bir genel eyleme dönüşmesinin de şartlarını yaratacaktır. Bu diyalektiğin bir yerindeki aksama, örneğin 1 Nisan’ın başarısız geçmesi, 1 Mayıs’ı etkilediği gibi, 26 Mayıs’ı etkilemesi kaçınılmazdır.



26 Mayıs’ı sendikal bürokrasinin bir yasak savması dışına çıkartmak istiyorsak, 1 Nisan’da yalnızca Sakarya Caddesi değil, Ankara’nın alanları işgal edilmelidir. TEKEL bize bunun mesajını vermiştir. Bu mücadele ruhu Yatağan’da, Esenyurt’ta, Marmaray’da derinleştirilmeli ve 1 Mayıs’a taşınmalıdır. 1 Mayıs’taki yükselen dalga kapitalist devletin ve sendikal bürokrasinin tüm engelleme ve blokajlarına rağmen 26 Mayıs’ın gerçek bir genel eylem olarak yaşanmasını yaratacaktır.
Bugün görev TEKEL ruhunu bütün işçi havzalarına yaymak, direnişleri TEKEL’lere çevirmek, sınıfın öfke ve kinini açığa çıkartmaktır. Her direnişi, TEKEL gibi bir manifestoya çevirmek ve sınıfın yıkıcı gücünü tetiklemektir. Sınıf devrimcileri, Marx’ın Lyon Komünarları için söylediği “isyan çığlığının” kendisi olmalıdır. Sınıfsal öfkeden ve kinden beslenerek, TEKEL’in ateşini 1 Nisan’a ve 1 Mayıs’a taşımalıdır.

Gaziantep Çemen Tekstil işçileri zaferi kazandı!


Çemen Tekstil işçileri zaferi kazandı!


74 gündür her türlü zorluğa karşı eylemlerinden vazgeçmeyen Çemen işçileri sonunda zaferi kazandı. Kararlı mücadeleleriyle tüm zorluklara göğüs geren, defalarca polis saldırısına maruz kalan, çocukları ve eşleriyle kavga meydanını terketmeyen Çemen işçileri, sonunda patrona diz çöktürdü.


Bugün (26 Mart) saat 10:30 sularında, valilik binasında bir toplantı yapıldı. Toplantıya Vali, Emniyet Müdürü, İl Çalışma Müdürü, patron Kamil Çetinkaya ile işçi temsilcileri olarak Süleyman Çelebi, Rıdvan Budak ve Muzaffer Subaşı katıldı. Uzun bir pazarlık sonucunda anlaşmaya varıldı. Saat 16:00'ya doğru Çemen Tekstil önüne gelen heyet, işçilere müjdeli haberi verdi. İşçiler zafer haberini büyük bir coşkuyla kutladılar.


Şu anda (saat 17 dolayları) dönüş yolunda otobüslerde marşlar söylüyor işçiler. Sık sık "Çemen Marşı"nı coşkuyla söylüyorlar.

30 mart 1972 Kızıledere Katliamı

İzmit'te Irkçılığa ve şovenizme karşı, barış ve demokrasi' şöleni


Demokrasi ve Özgürlük Hareketi (DÖH), Kocaeli'nin Derince İlçesinde 'Irkçılığa ve şovenizme karşı, barış ve demokrasi' şöleni düzenledi.

DÖH, Kocaeli'nin Derince ilçesinde, 'Irkçılığa ve şovenizme karşı, barış ve demokrasi' şöleni adı altında bir etkinlik düzenledi. Etkinliğe BDP, EMEP ve Demokratik Yurtsever Gençlik'in (DYG) de aralarında bulunduğu demokrasi güçleri katılım gösterdi. Şölenin amaçları hakkında kısa bir konuşma yapan DÖH Kocaeli Temsilcisi Yılma Gümüş AKP'nin Kürt halkına karşı uyguladığı zulmü kınadıklarını belirterek barış ve kardeşlik için birlikte yürümenin önemine değindi. Batıda ırkçı saldırıları kırmak için barış ve demokrasi söyleminin güçlendirilmesi gerektiğini dile getiren Gümüş, herkesi barış kervanına katılmaya ve Kürtlerin haklı mücadelesini her alanda anlatmaya çağırdı. Katılımcılarında barış ve kardeşliği vurgulayan birere konuşma yaptığı şölen Koma Çarçela ve Günyüzü Müzik Topluluğu'nun çeşitli dillerde söylediği ezgiler eşliğinde halay, horon ve zeybek oyunlarıyla sona erdi

Demokrasi ve Özgürlük Hareketi'nden açıklama



Askere yönelik yaşanan son geniş çaplı gözaltılar, iktidar kavgasının sürmekte olduğunu açıkça gözler önüne seriyor.

Parlamenter sisteme ve halkın iradesine yönelik her türlü darbe girişiminin lanetlenmesinin ve boşa çıkarılmasının gerekeceği bizler için tartışmasızdır.

Ancak hükümet ve yakın çevresinin yalnızca kendilerine yönelik darbe girişimleri ile sınırlı bir demokratlık gösterdiği açıktır.

Seçilmiş AKP hükümeti batıda iktidarına el kaldıran askeri vesayete karşı haklı mücadelesini verirken, doğuda seçilmiş, Kürt halkının temsilcilerini, BDP belediye başkanlarını, yöneticilerini tutuklatmakta, askeri vesayet ile bir başka darbeye imza atmaktadır. Son dönem tutuklanan BDP üye ve yöneticilerinin sayısı 1500 ü geçmiştir! Bu seçilmiş iradeye açık saldırıdır; bir darbedir.

Darbelere karşı gerçek ve sonuç alıcı bir mücadele yürütülmek isteniyorsa, önce Kürt halkına ve seçilmişlerine yönelik darbe girişimlerinden hükümet bizzat kendisi vaz geçmelidir. Sonra da en hızlı şekilde sivil, demokratik bir anayasanın oluşumu için en katılımcı çalışma şartlarını oluşturmalıdır. Bu anayasa ile ülkenin geçmişindeki başarılı ya da başarısız tüm darbelerin faillerini yargılamak da mümkün olacaktır.

Dün DGM'lerden dönüşme özel görevli mahkemelere,sabaha karşı yapılan ev baskınlarına, haksız tutuklamalara ses çıkarmayanlar da, sanki yargı düne kadar siyasal değilmiş,bağımsız ve tarafsızmış da bu siyasallaşma ile yeni karşılaşmaktaymışız gibi samimiyetsiz bir söylem içindedirler.

Yani muhalefet adı altında örgütlenmiş milliyetçi militarist güçler de söz konusu olan askerler ve Ergenekon olduğunda yargının bağımsız olması gereken bir kurum olduğunu hatırlamışlardır.

Ama söz konusu olan Kürtler, ezilenler, devrimciler olduğunda hafızalarının yine eski halini alacağı da açıktır.

İktidarı, muhalefeti, asker ve sivil bürokrasisi ve yüksek yargısı, Kürtler söz konusu olduğunda aynı cephede yer alarak hukuksuzluğu desteklemektedirler.

Darbeye karşı mücadele yürüttüğünü söyleyenler, demokratikleşmenin önündeki en önemli engel olan Kürt sorununda bir darbe süreci yaşanmakta oluşuna en hafifinden tepkisiz kalmaktadırlar.

Askeri vesayetin gerçek anlamda geriletilmesi ve nihayet kaldırılması, demokrasi güçlerinin bu mücadelede inisiyatif almalarıyla gerçekleşecektir.

Doğuda da batıda da darbeye dur demek, askeri vesayetin geriletilmesi ve ortadan kaldırılması Kürt meselesinin çözümünü mümkün kılmadan olanaksızdır. Kürtlerle savaş sürdüğü sürece darbe tehditleri ve askeri vesayet rejimi sürecektir.

DEMOKRASİ ve ÖZGÜRLÜK HAREKETİ

Bursa Demokrasi Güçleri Tutuklamaları Protesto Etti



Bursa Demokrasi Güçleri Tutuklamaları Protesto Etti



Barış ve Demokrasi Partisi Bursa il örgütü önünde, bugün belediye başkanları başta olmak üzere sürdürülen operasyonlarla insanların tutuklanmaları ve Barış ve Demokrasi Partisi üzerinden sürdürülen saldırılara karşı bir basın açıklaması gerçekleştirildi.

Türkiye Barış Meclisi, Demokrasi ve Özgürlük Hareketi, DSİP, ESP, SP,BDSP'nin de destek verdiği açıklamada, Bursa BDP İl Başkanı Resul Baykara; açıklamasında:

" 24 Aralık 2009 tarihinde partimize yönelik geliştirilen operasyonlarla 7 si belediye başkanı 23 arkadaşımız tutuklandı ve tutuklanmalar devam ediyor. Siyasal demokratik alanda hak adalet ve demokrasi mücadelesi vermekten başka hiçbir suçu olmayan bu arkadaşlara yönelik operasyonun KCK operasyonu olarak yansıtılmasıda kamuoyunu yanıltmaktan başka bir şey değildir.

29 mart seçimlerinde ağır bir yenilgi alan AKP hükümeti yenilgiyi hazmedemeyip sinsi bir politika hazırlayarak devreye koymuştur. “Kürt Açılımı” , “Demokratik Açılım”, “Milli Birlik Projesi” adını verdikleri bu politikanın özünde tasfiye politikası olduğunu kendileride itiraf etmişlerdir.

Kimin ve ne için tasfiye edilmek istendiğini 17 Nisanda DTP yöneticilerine yönelik operasyonda 300’e yakın kişinin tutuklanması, 11 Aralık’ta DTP’nin kapatılması ve en sonunda da 24 Aralık BDP operasyonunda ortaya çıkmıştır

Halkın onuruyla bu kadar oynanmamalıdır. Bu tehlikeli sonuçlara yol açar. Buradan uyarıyoruz.Kürt yurttaşların duyguda kopuşuna yol açar ve geri dönüşü olmayan bir çatışma ortamına doğru sürükleniriz. Böylesi bir süreçte yok sayılanları, devrimcileri, sosyalistleri, emekçileri, alevileri, insan hakları savunucularını, aydınları, vicdan sahibi herkesi duyarlılığa ve BDP çatısı altında mücadele etmeye çağırıyoruz.

Bu saldırılar karşısında bedeli ne olursa olsun susmayacağız, geri adım atmayacağız, halkımızla birlikte yasal-demokratik eylemliliklerle bu mücadelemizi sürdüreceğiz." dedi.

Açıklara da ayrıca, Demokrasi ve Özgürlük Hareketi Adına konuşan Av. Ayşe Batumlu:

"bugüne kadar yıllardır kürt halkının uzattığı barış eline, inkar, imha ile yaklaşmaya devam edildiği, kürt halkının kollektif kimliklerinin ve haklarının tanınmaması için ısrarla savaş konseptinin devam ettirilmeye çalışıldığını ve artık buna bir son verilmesi gerektiğini dile getirdi.

Kürt halkına karşı sürdürülen bu saldırıların sadece kürtlere değil, tüm türkiye halklarına, demokrasiye çok şey kaybettirdiğini söyleyerek, saldırılar

karşısında Kürt halkının artık yalnız bırakılmaması gerektiğini ifade ederek, Demokrasi ve Özgürlük Hareketi'nin merkezi anlamda yaptığı çağrıyla Bursa Demokrasi ve Özgürlük Hareketi olarak da bugün Barış ve Demokrasi Partisi'ne dayanışma üyesi olmaya geldiklerini açıkladı. Emekten, barıştan, demokrasiden, özgürlükten yana olan herkesin de Barış ve Demokrasi Partisi saflarında yerlerini almaya çağırdı.

Orduda darbe geleneği ve solun kafa karışıklığı - Mahmut Sürmeli

Orduda darbe geleneği ve solun kafa karışıklığı * Mahmut Sürmeli

Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan günümüze tarihinin yarıya yakınını askeri diktalar ve olağan üstü hal yasaları altında geçirmiş, tüm tarihi boyunca ise sivil bir ana yasadan yoksun askeri vesayet altında hazırlanan anayasalarla yönetilen bir ülke olmuştur.

Kuruluş tarihçesi bir kurtuluş mücadelesi olarak çok abartılsa da asıl olarak ittihat terraki fraksiyonunun egemen olduğu bir önderlikçe, bir taraftan uluslar arası konjöktürün ve Osmanlının dağılma sürecine de girmiş olmasının yarattığı uygun ortamda kuruluşu gerçekleştirilmiş bir asker devletinden başka bir şey değildir. Yani, TC nin daha kuruluşu halk insiyatifine değil, Osmanlıda şekillenmiş askeri hiyerarşiye dayanmaktadır. İşte bu durum TC de hiçbir dönem bir halk iradesinin oluşmasına ve demokrasi kavramının vücut bulmasına olanak tanımamış, tanımamaktadır.

Tarihsel süreç içerisinde demokratikleşme yolunda yaşanan birkaç deneme söz konusudur. Bu dönemleri doğru irdelemek ve doğru tutum almak bu gün yaşanan dönemeçte ileri adımların atılabilmesinde önemli rol oynayacaktır diye düşünmekteyim. TC tarihinde ilk sivilleşme hamlesi olarak 1950li yıllar ve Demokrat Partinin iktidara gelişini sağlayan dönem olarak ele alınabilir kanısındayım. Demokrat partiyi oluşturacak olan kadroların, içinde bulundukları siyasal duruma kimi itirazlarla başlayan ve iktidarın gerçek sahiplerince hazmedilemeyen süreç, yalnız devletin ve ordunun siyasi örgütü konumundaki CHP nin yenilgisinin ötesinde anlam ifade ettiğini, yaşanan darbe ve başbakanını asan darbeci bir geleneğin oluşmasının adımı olarak tarih sayfalarındaki yerini aldı.

27 mayıs askeri darbesi bu ülkenin tarihinde yer eden en önemli olayların başında gelmektedir. Darbe yıllarına kadar iktidarın asıl sahibi olan TSK, ve bürokratik kast, DP iktidarında hız verilen kapitalist reorganizasyonu, konumlarının sarsılması olarak görerek, Türkiye de darbeler geleneğini başlatan ve sivilleşme yolunda atılmaya çalışılan adımların sonu olan hamleyi yaparak halk iradesinden ne anladıklarını göstermişlerdir.

TSK, 27 mayıs darbesi sorası oluşturulan 61 anayasasıyla mevcut durumunu güvenceye almış, Türkiye de askeri vesayetin anayasal güvenceye kavuşmasının adımları atılmıştır. Bu anayasa bir taraftan kısmi demokratik hak ve özgürlükleri sağladığı yanılsaması yaratırken, asıl olarak milli güvenlik siyaseti ekseninde yapılan düzenlemelerle askeri müdahaleleri ve bu düzenlemelerle demokratik hak ve özgürlüklere müdahale hakkının yasal çerçeveye oturtulmasını sağlamıştır. Özellikle bu dönemi emperyalizmle yapılan bağımlılık anlaşmalarını ve demokrat partinin kendi diktatörlüğünü kuruyor söylem ve propagandalarıyla meşrulaştırmaya çalışanlar, Türkiye sosyalist hareketi başta olmak üzere, tüm demokrasi güçlerinin kendi arkalarında saf tutmasını sağlayarak bir taşla en az iki kuş vurmayı başarmış oldular.

Bugün hala, yaşanmış bunca yıla ve yaşanmışlığa rağmen sosyalist hareketin önemli bir çoğunluğunun 27 mayıs’a bakışı akıllara durgunluk verecek durumdadır. Bu konuda kendini en arınmış gören siyasi gelenekler bile yaptıkları değerlendirmelerde, DP dönemi yaşanan olay ve olgular ele alınarak adeta darbenin nasıl zorunlu hale geldiği, okuyucuyu ikna edecek incelikle anlatılıp, sonrasında da “ulusalcı- Kemalist cenahında belirttiği gibi bir devrim niteliğin de olmadığı da açıktır.” gibi cümleler kurarak 27 mayıs darbesine bakışlarını özetlemiş oluyorlar. Ayrıca yalnız ulusalcı, Kemalist kesimlerin değil, bir çok sosyalist yapının 27 mayıs’ı devrim gibi nitelediği de sır değil. Kemalizm’in ittifak, ordunun anti emperyalist, ilerici olarak görüldüğü durumda yadırganacak bir durum olmadığını da belirtmek gerekiyor.

Dünyada yaşanan anti emperyalist ulusal kurtuluş mücadeleleri ve yükselen sınıf hareketlerinin buradaki yansımaları, özellikle ABD karşıtı kalkışmalar, büyük bir yanılsama içinde 61 anayasasının “demokratik” içeriğine ve ordunun “anti emperyalist” fonksiyonuna bağlanmış oluyor. Oysa, darbe gerekçesi yapılan hiçbir konuda tersi bir adım atılmadığı gibi, ABD ile ilişkilerin daha da geliştirildiği, sonrasında yaşanan tüm darbelerin ABD patentli olduğu artık sır değildir. Aynı hamurdan yoğrulan DP geleneği sonraki süreçte ordunun hikmetini anlayıp,12 mart muhtırasına alkış tutup, Denizlerin idamıyla sonuçlanan süreci Mendereslerin rövanşı olarak görmüştür. Aslında 27 mayıs darbesi ve 12 mart muhtırasıyla sistem içi tüm siyasi çizgiler askeri vesayet altında siyaset yapma konusunda mutabık kalarak, ordunun ayrıcalığı konusundaki tüm kafa karışıklıklarından kurtulmuş oldular. Bu kesimler için bugünde ciddi bir sorun görünmemektedir. Zaman, zaman, kimi farklılıklar nüksetse de uzlaşmaz çelişkileri olmadığı görülmektedir.

Bugün asıl sorun sosyalistlerle ilgili olandır. Kafa karışıklığı belikli devam etmektedir. 12 mart ve 12 eylül gibi iki dönemi yaşamış bir sosyalist hareketin bugün yaşadığı durum ciddi bir vaka olarak incelenmelidir. 28 şubatta adeta ordunun peşinde saf tutulduktan sonra, her gün yeni bir darbe planının ortaya çıktığı, darbe planlarının hayata geçirilmesi için uygulanan ve uygulanmak üzere yapılmış akıl almaz planlar ortalıkta dolaşırken bugün yaşanan bu vurdum duymazlık nasıl açıklanabilir?

Kanımca iki açıklaması olabilir diye düşünmekteyim, birincisi hala ilerici ordudan ilerici darbe beklentisi. Bu beklentide olanların ilerici orduya değil ordulu sosyalizm deneyimlerine bakmaları gerekiyor. İkincisi özellikle 12 eylülün travmasını atlatamayıp hala yaşanan korkuya bağlıyorum ki burada en yalın ifade ile, korkunun ecele faydasının olmadığını öğrenmiş olmamız gerekmez miydi diye düşünüyorum.

Faşizm Üzerine

düşün!
zulüm, Tanrılar’ın emriyle
gökten inmedi zembille
onu apış arasında paranın
kasık sancılarıyla yarattılar
ve emeğin alın terini
donatıp ellerin nasırlı namusuyla
atom çağında insanlığın
yanıbaşımıza cehennem kurup
tekbir sesleriyle
koyun gibi boğazlayıp
diri diri insan yaktılar...

ve yine onlar
leş kargaları gibi
üşürerek yoksul etine
burunlarını kendi dışkısına batırdılar

caddeler, sokaklar
ve bodrumlar diz boyu kandı
ne kurtarıcı melekler
ne de İblis’in talim ettiği kör kullar
atomun parçalandığı çağda
ışıktan korkan yarasalar
ölü ruhlardan medet umdular

düşün bir!
İsa bir yana savruldu
Muhammed öte yana
maddenin deviniminden ürküp
gözlerimizi irisine kadar oyanlar
etimizi kemiklerimizden soyup
kara yüzleri ve ellerinin kanıyla
kendilerini kutsadılar

dünyanın orta yerinde bir çocuk
korumak için ırzını çocukluğun
ve geleceğini dünya çocuklarının
ellerini basıp yüzümüze
tırnaklarını batıra batıra kalbimize
dikerek gözlerini insanlığın gözlerine
haykırdı vargücüyle

-ey insanlar!
kan içilir mi kılcal damarlarından çocukların
bu timsah gözyaşları besler mi
toprağın verdiği canı
kaldırın başınızı gömdüğünüz kumdan
gökyüzüne batırın bütün ayıplarınızı
doğacak gün ne kadar da yakın
ve siz ne kadar uzaksınız her şeye
ne kadar da kolayınıza geliyor
alınteriyle doldurulmamış
kirli ve yalan dolu bir kadehten kan içmek-

görüyorum ışıklarını tarihin

kapatın gözlerinizi....



Meral Vurgun

W’nin yarısını aldılar

Yeni doğan çocuğunun ismini „Wildan“ koymak isteyen Abdullah Balta’ya nüfus memuru, „Git kendi devletini kur orada bu ismi verirsin“ diye yol gösterdi. Balta, İHD’ye başvurdu. Kürtçe harf sendromunun trajikomik bir hal aldığı Türkiye’de, vatandaşın kendi ismini yazdırma mücadelesi her aşamada farklı sorunla karşılaşıyor. Adana’da yaşayan Abdullah Balta’nın harf sendromu da 11 Mart’ta bir kız çocuğu babası olmasıyla başladı. Daha önce eşi ile birlikte kararlaştırdığı gibi çocuğuna „Wildan“ ismini vermek isteyen Balta’nın isteğini Seyhan Nüfus Müdürlüğü geri çevirdi. Nüfus memuru, „W harfi yasak“ diyerek, kimliğe „Vildan“ olarak yazdı. Duruma itiraz eden Balta, „TRT-6 bütün gün Kürtçe yayın yapıyor, eğer yayın yapılabiliyorsa kızımın adı neden Wildan olmasın?“ diye sordu. Balta’nın iddiasına göre memur şu yanıtı verdi: „Sen televizyona bakma, o televizyonun yasal bir statüsü yok. Eğer alfabeniz varsa gidin kendi devletinizi kurun orada kendi alfabenizi kullanın.“

Çocuğunun isminin kimliğe „Wildan“ olarak yazılması için dava açacağını söyleyen Balta, „Başbakan her yerde, Kürtçenin serbest olduğunu, her yerde konuşulduğunu, okul, televizyon açtıklarını söylüyor. Hani nerede serbest. bir isme dahi tahammülleri yok nerede serbestlik“ diye sorarak tepkisini dile getirdi. „Kendi adımla Türkiye vatandaşı olmak istiyorum“ diyen Balta, „Çocuğumun ismini bile memur koyacaksa ben bunu nasıl kabul ederim“ dedi. Balta, „Eğer beni kendi dilim, kültürüm ve adımla kabul etmiyorsa beni vatandaşlıktan çıkarsınlar. Beni nereye gönderiyorlarsa göndersinler. Benim kimliğime tahammül etmeyeceklerse ben sürgüne razıyım“ diye konuştu. Balta ailesi çocuklarına istediği ismi verememelerinin insan hakkı ihlali olduğunu belirterek İHD Adana Şubesi’ne başvurdu.
Return top