RSS FEED

Sayfalar

Balıkesir'de AYÖP eylemi


Türkiye’nin bir çok yerinde eş zamanlı yapılan AYÖP eylemlerinin Balıkesir ayağında bir basın açıklaması yapıldı.

Eski Kurtdereli Vergi Dairesi önünde Ataması Yapılmayan Öğretmenler Platformu Balıkesir Temsilciliği tarafından yapılan basın açıklamasında şunlara yer verildi:
• Bizler kadrolu, güvenceli atanmak, insanca bir yaşam sürmek ve halkımıza kamusal borcumuzu ödemek istiyoruz.
• Bizler ataması yapılmayan öğretmenler olarak, şaibeli, meşruluğu tartışmalı hale gelmiş, seçme yeteneği taşımayan KPSS sisteminin derhal kaldırılarak yerine objektif atama kriterlerinin getirilmesini istiyoruz.
• Kopya skandalının derhal açıklığa kavuşturulmasını, yüz binlerce öğretmenin bir yıllık emeklerini, umutlarını, hayat planlarını çöpe attıran bu büyük skandalın sorumlularının derhal yargı önüne çıkarılarak hesap vermelerini istiyoruz.
• Bizler, Bakanlık raporlarında bile 134 bin olarak ifade edilen, ancak ücretli öğretmenlerin de katılmasıyla 200 binin üzerine çıkan öğretmen açıklarının derhal kapatılmasını istiyor, “kaynak yok” gerekçelerine karnımızın tok olduğunu haykırıyoruz.
• Bizler, kalabalık sınıflarda bir eğitim-öğretim yılı boyunca üç ya da dört öğretmen değiştiren öğrencilerimizin istikrarlı, bilimsel ve kamusal bir eğitime kavuşmaları için atanmak istiyoruz.
• Bizler, öğretmen açıklarının tavan yaptığı, ataması yapılmayan öğretmenlerin sayısının günden güne arttığı bir ortamda, plansız-programsız bir biçimde sürekli olarak eğitim fakültesi açılmasının bizleri düşük ücretle daha kötü koşullarda çalıştırmaya itmek için yapıldığını biliyor, öğretmenlik mesleğinin değersizleştirilmesine karşı tüm halkımızı yanımıza çağırıyoruz.
• Bizler, ataması yapılmayan öğretmenler olarak öğretmen yetiştirme sisteminin gözden geçirilmesini, yeni bir öğretmen yetiştirme sisteminin planlar ve ihtiyaçlar dahilinde yerleştirilmesini talep ediyoruz.
• Bizler, ataması yapılmayan öğretmenler olarak, aynı zamanda ücretli öğretmenlik, bazen dershane öğretmenliği yapıyoruz. Yazları ücretlerimiz kesilince inşaatlarda çalışıyor, bekçilik yapıyor, özel güvenlikçi oluyor ya da garsonluğa başlıyoruz. Hepimiz işsizlik sınırında geziyoruz. Şimdi önümüzde kadrolu öğretmenlerimizin iş güvencesini ortadan kaldıracak düzenlemeler daha da yaklaşırken, bu mücadelenin ancak birleşerek kazanılabileceğini haykırarak tüm öğretmenleri bizim mücadelemize destek vermeye çağırıyoruz.
• Bizler, ücretli öğretmenlik sisteminin ücretli kölelik sistemi olduğunu haykırıyor ve KPSS skandalının fırsata çevrilerek ücretli öğretmen istihdamı uygulamasının yaygınlaştırılması politikasını kabul etmiyoruz. Kadrolu ve güvenceli atanma talebimizden vazgeçmiyoruz.

Açıklama sırasında’’ KPSS kaldırılsın’’, "Soruları değil işimizi çaldılar’’ sloganları atıldı. Basın açıklamasına Balıkesir Eğitim Sen de destek verdi.

Yine korucu, yine katliam!


Ağrı’nın Otlubayır köyünde yine bir korucu vahşeti yaşandı. Köyün korucusu tartıştığı 5 akrabasını kendisine verilen silahla öldürürken, bu olay basında sıradan bir şiddet vakası olarak yer buldu.

Ağrı merkeze bağlı Otlubayır Köyü'nde yaşayan Nihat Aslan isimli bir korucu ile akrabası olan Muhtar Vehbi Aksoy arasında yaşanan tartışma 5 kişinin ölümüyle sonuçlandı. Korucu Aslan, kavga sırasında Muhtar ve yakınlarına kalaşnikof marka otomatik tüfekle kurşun yağdırırken Muhtar Vehbi Aksoy, oğlu Ozan Aksoy ile yeğenleri Bahit, Sinan, Serkan Aksoy olay yerinde yaşamlarını yitirdi.

Bu olay korucuların gerçekleştirdiği sayısız katliamdan yalnızca biri. Yakın geçmişte de koruculuk sistemini tartışmaya açan çok sayıda suç işlendi. Buna rağmen sistemde bir değişiklik yapılmadı.

Mardin’de de korucular vardı
Korucu katliamları denince akla gelen ilk örnek Bilgeköy katliamı.

Mardin Mazıdağ ilçesine bağlı Bilge köyünde de korucular 4 Mayıs 2009’da katliam yaptı. Uzun namlulu silahlarla gerçekleşen katliamda 7’si çocuk, 3’ü hamile 16 kadın olmak üzere toplam 44 kişi yaşamını yitirdi. Katliamı gerçekleştirenler ve katliamda ölenler Çelebi ailesindendi. Katliamla ilgili 11 kişi tutuklanırken, tutuklananların 8’i korucuydu. Bu olaydan sonra korucuların yaşanan şiddet ve suç olaylarındaki rolü tekrar gündeme gelmişti. Koruculuğa dair yeni bir düzenleme yapılıp yapılmayacağı tartışılırken hükümet ve MHP, koruculara sahip çıkmıştı.

Ergani'de de korucu vahşeti
Geçtiğimiz Kasım ayında Diyarbakır’ın Ergani ilçesinde korucuların bir otomobili taraması sonucu biri kadın 4 kişi yaşamını yitirdi. Ergani girişinde meydana gelen olayda, Yolbulan köyü korucularından İsmail Akyol ile oğlu Abbas Akyol, Köy Korucusu Necmettin Aras’ın kullandığı 21 EU 070 plakalı otomobili, uzun namlulu silahlarla çapraz ateşe aldı. Açılan ateş sonucu otomobilde bulunan Necmettin Aras ile Süleyman, Şevki ve Zeynep Aras yaşamını yitirdi.

Korucular heryerde aynı
Bölgede bir çok kirli işte korucuların rol oynadığı biliniyor. Koruculukla özellikle aşiret yapıları güçlendirilirken, korucuların diğer köylüler üzerinde hakimiyet kurmasına göz yumuldu. Aşiretler, birbirleriyle mücadelelerinde korucu olarak güçlerini artırmaya çabaladı. 1996 yılında basına sızan "Hizmete Özel" mühürlü İçişleri Bakanlığı belgeleri her üç korucudan birinin suç işlediğini ortaya koyarken, sadece 1996'ya kadar 23 bin 222 geçici köy korucusu çeşitli suçlar işledikleri gerekçesiyle meslekten uzaklaştırıldı. Dönemin başbakanı Necmettin Erbakan korucular nedeniyle Doğu Anadolu'da "uyuşturucu kaçakçılığı yapan ağ"ın kurulduğunu belirtti. Bölgede 26 Mart 1985 tarihinden bu yana resmi olarak faaliyet yürüten korucular, 24 yılda birçok tecavüz, köy basma, adam öldürme, uyuşturucu ticareti, çete gibi olaylara karıştı.

Korucuların son iki yılda sivillere karşı gerçekleştikleri saldırılarda 61 kişi öldürdü. 2007 yılına kadar 2 bin 402 korucu "terör suçlarına" karışmaktan, 936 korucu hakkında mala karşı işlenen suçlardan, 1234 korucu hakkında şahsa karşı işlenen suçlardan, 428 korucu hakkında da kaçakçılık suçundan işlem yapıldı. Raporlar özellikle PKK ile çatışmaların kesildiği dönemlerde korucuların işledikleri suçların artışa geçtiğini ortaya koyuyor.

AKP 10 bin korucu daha aldı
Katliamın nedeninin "töre" olduğunda ısrar eden AKP hükümeti, son yıllarda açtığı korucu kadrosu nedeniyle eleştirilerin hedefi olmuştu. 22 ilde 47 bin 819 geçici köy korucusu, 32 ilde 24 bin 088 gönüllü köy korucusu olmak üzere toplam 71 bin 907 korucu görev yapıyor. AKP iktidarının 2008'de aldığı karar doğrultusunda 10 bine yakın kişi korucu ordusuna eklendi. Mardin'deki katliamın yaşandığı gün Siirt'te 250 korucunun daha silahlandırıldığı bilgisi verildi. Tunceli'de açılan 1400 kişilik korucu kadrosu ilde protestolarla karşılandı. Hükümetin korucu alımındaki ısrarı, bölgede oylarını artırma girişimi olarak eleştirildi.

Suçlu bulundu: Laiklik ve ateizm


İnsanlığın yeni "karanlık" döneminde insan aklına topyekûn saldırı devam ediyor. Papa 16. Benedict, uzun yıllar sonra ziyaret ettiği İngiltere'de laikliğe ve ateizme saldırdı. Benedict'in saldırısı, Türkiye'deki İslamcı basın tarafından da beğeniyle karşılandı.

Katolik Kilisesi’nin en yetkili ismi olan Papa 16. Benedict, 28 yıl aradan sonra Kraliçe 2. Elizabeth’in daveti üzerine İngiltere’yi ziyaret etti. Ziyareti boyunca on binlerce kişi tarafından çeşitli gösterilerle protesto edilen Papa, İngiltere toplumunun ahvalinden hiç memnun kalmadı.

Din elden gidiyor
Papa 16. Benedict, istatistiklere göre halkın yalnızca yüzde 10’unun Katolik Kilisesi’ne mensup olduğu İngiltere’de, Kilise’nin durumu ile ilgili faturayı laiklik ve ateizme kesti.

Papa, ilk olarak İskoçya’da Kraliçe Elizabeth ile yaptığı görüşmede Nazilerin dini terk etmesinin Yahudi soykırımına sebep olduğunu ve Hıristiyanlığın radikal bir ateizmle karşı karşıya olduğunu belirtirken, farklı formlar altındaki saldırgan bir laikliğin dini özgürlüklere tolerans göstermediğini söyledi.

“Dini kamusal alandan soyutluyorlar”
Papa 16. Benedict, Londra’da düzenlenen bir üst düzey toplantıda da Papa, dinin kamusal alandan çıkarıldığını belirterek buna karşı tepkisini dile getirdi.

Dinin özel alana hapsedilemeyeceğini söyleyen Papa, “Dinin, özellikle Hıristiyanlığın marjinalleştirilmesinden endişe duyuyorum. Dinin marjinalleştirilmesi toleranslı ülkelerde bile oluyor. Dinin susturulması ve mümkünse tamamen özel alanla sınırlandırılması çağrısı yapanlar var. Noel’in kamusal alanda kutlanmasının diğer dinleri ve dinsizleri gücendireceği gerekçesiyle kaldırılmasını isteyenler var. Ayrımcılığı ortadan kaldırma niyetiyle Hıristiyanların kamusal alanda vicdanlarına karşı çıkmasını isteyenler var” dedi.

Benzer bir açıklama Papa’nın İngiltere ziyaretinden birkaç gün önce Vatikan’ın İngiltere Kilisesi’yle ilişkilerinden sorumlu uzman Kardinal Walter Kasper’den de gelmişti. Kasper, özellikle İngiltere’de Hıristiyanlara karşı ayrımcılık yapıldığından şikayet etmişti. O da, İngiltere’nin “laik” bir ülke olduğuna dikkati çekerek, “Her şeyin ötesinde yeni agresif ateizm İngiltere’de yayıldı. Örneğin haç takıp British Airways uçağına binerseniz ayrımcılığa uğrarsınız” demişti. Kasper, 2006 yılında bir British Airways kabin görevlisinin üniformasının üzerine taktığı haç kolyesiyle ilgili disiplin cezası almasını, bir "agresif ateizm" örneği olarak gösterdi.

Kilisenin akla saldırısı
Dinin özel alanla sınırlandırılıp Kilise mensuplarının kamusal alandan soyutlandığını her fırsatta dile getiren Papa, tüm bunların laikliğin bir sonucu olduğunu iddia etmekten geri durmuyor. Dinin sosyal hayatın her aşamasında yer alması gerektiğini savunan Papa 16. Benedict, İngiltere gezisi sırasında her yıl onlarca çocuğun Katolik papazlarının cinsel tacizine uğradığı konusunu ise unutmuş göründü. Papa, bununlar ilgili üzüntüsünü dile getirmek dışında bir adım atmadı.

Bilim düşmanlığında da ilk sıralarda yer alan bir kurum olarak Katolik Kilisesi, “etik” olmadığı gerekçesiyle çok sayıda bilimsel araştırmayı yasaklıyor, çeşitli hastalıkların muayene edilmesine gerek olmadığı şeklinde açıklamalar yapıyor. Hâlâ bazı yazarların eserlerinin Kilise mensupları tarafından okunmasının yasak olduğu belirtiliyor.

Kürtaja ve eşcinselliğe de karşı çıkan Kilise adına Papa’nın birkaç yıl önce, “Yaşamın birinci ve temel değerlerini korumak çok önemli. Aile, bir kadın ve bir erkek arasındaki daimi evliliğe dayanır. Kürtaj ve eşcinsel evlilik günümüzün en sinsi ve en tehlikeli tehditleri arasında yer alıyor” diye konuştuğu biliniyor.

Bilim düşmanlığında ve akla saldırıda geri durmayan bu kurumun Papa’nın istediği gibi kamusal alana müdahalesinin nasıl sonuçlar doğuracağı tahmin edilebiliyor.

Dinci basın beğendi
Her şeye rağmen, Papa’nın laikliğe ve ateizme ithafen ettiği sözler Türkiye’deki dinci gerici basından rağbet gördü. Papa’nın sözleri “Uğruna savaşlar verilerek din ve devlet işlerinin birbirinden ayrıldığı laik dünya görüşü, Batı dünyasında yeniden tartışılıyor” gibi ifadelerle sunuldu.

Birçok internet gazetesi Papa’nın sözlerini manşete taşırken, İngiltere’deki ateist gruplar öncülüğünde Kilise’nin bilim düşmanlığını eleştirmek üzere düzenlenen protesto gösterilerini “Eşcinseller sokaktaydı”, “Kürtaj için yürüdüler” gibi başlıklarla verdiler.

Ateist toplulukların, hukukçuların ve çeşitli sol örgütlerin Kilise’nin bilim düşmanlığında Papa’nın misyonu ile ilgili yaptıkları açıklamalara yer vermeyen gerici basın, altında Richard Dawkins, komedyen Stephen Fry, yazar Terry Pratchett gibi 50’nin üzerinde önemli aydının imzası bulunan "Papa’nın gelişi ülkemize onur getirmeyecek" diye başlayan bildiriyi de gündeme getirmedi.

Metalde TİS görüşmeleri başladı

METAL işkolunda 100 bin işçiyi kapsayan 2010-2012 toplu iş sözleşmesi (TİS) ilk görüşmesi yapıldı. Sendikalarla işveren arasında asıl görüşme ise 5 Ekimde başlıyor.
Ekonomik kriz sonrası olması nedeniyle kritik özellik taşıyan görüşmelerde metal işverenleri kuralsızlaştırmayı ve güvencesizliği sözleşmeye yazdırmak ve ücret zamlarını düşük tutmayı amaçlıyor.
Birleşik Metal-İş, istihdamın artırılması için maliyetlerin değil çalışma sürelerinin düşürülmesini öneriyor. Sendikanın taleplerinden bazıları şöyle: “Haftalık çalışma süresi 45 saatten 37.5 saate düşürülsün, cumartesi ve pazar ücretli hafta tatili ilan edilsin ve 45 saat üzerinden ödeme yapılsın.
Yıllık izin süreleri artırılsın istiyoruz. Kuralsızlaştırma ve güvencesizliğe karşı, toplu iş sözleşmesinde esnekliğe kapı aralayan tüm maddeler çıkarılsın, belirsiz süreli sözleşmeler dışındaki sözleşme türleriyle işçi çalıştırılmasın istiyoruz. Ücret zammı birinci altı ay için ortalama olarak net 151 TL’dir.”

KESK’li kadınlar Aştiyani için imza topladı

İZMİR KESK Kadın Platformu, İranlı Sakine Aştiyani’nin cezasının kaldırılması için Eğitim-Sen 1 Nolu Şubede basın açıklaması yaptı.
Sakine Aştiyani’nin kocasını öldürttüğü ve zina yaptığı için cezaevinde olduğunu, ancak kocasının başkası tarafından öldürüldüğünün kesinleştiğini belirten KESK Kadın Platformu üyesi Zehra Savaş Tınaz, buna rağmen Aştiyani’nin idam cezasının infazını beklediğini söyledi. İran’ın insanlık dışı uygulamalara devam ettiğini belirten, Tınaz, “İran rejimi, en çok idam cezası veren ve bu cezaları infaz eden ülkeler arasında. Son iki ayda 500 kişinin idam edildiği İran’da, 19 kadın recm cezasıyla birlikte ölümü bekliyor” dedi. Kadınların dünya çapında oluşturduğu kamuoyuyla Sakine’nin idam cezasının askıya alındığını ifade eden Tınaz, “Bu cezayı kaldırmak da bizim elimizde. Bizler, kadın cinayetlerini durdurmak için verdiğimiz mücadeleyi her geçen gün arttıracağız” dedi. Sakine Aştiyani için 500’e yakın imza topladıklarını ve bu imzaları İran Büyükelçiliğine göndereceklerini belirten Tınaz, “Bu imzalar ilk etapta topladıklarımız, bunları yolladıktan sonra bir daha imza toplayıp onları da yollayacağız. Mücadelemiz ceza kalkana kadar devam edecek” dedi.

İş kaybı tazminatının süresi sona erdi

TEK GIDA-İŞ Sendikası, Anayasa Mahkemesine başvurarak, 4-c statüsünde istihdama ilişkin kararın gecikmesi halinde yaklaşık 8 bin 600 işçi ve ailesinin maddi ve manevi olarak büyük bir dar boğaza gireceklerini belirtti.
TEKEL işçilerinin Ankara’da 78 gün süren ve Danıştay kararının ardından işçilerin “İş kaybı tazminatına” hak kazanmasıyla ara verilen eylemde, 8 aylık tazminat süresinin dolmasıyla yeni bir aşamaya gelindi. İşçilere kıdem ve ücretlerine göre, 8 ay boyunca ortalama 1100 lira tazminat ödenirken, iş kaybı tazminatı ödeme süresi eylül ayı itibariyle sona erdi.
İşçilerin içinde bulunduğu duruma dikkat çekmek için Anayasa Mahkemesine başvuran Tek Gıda-İş, tazminat süresinin dolması nedeniyle mahkemeye yeni bir başvuru yaptı.
ÖNCELİKLE GÜNDEME ALINMALI
Sendikanın başvurusunda, 22 Temmuz 2010 tarihli başvuruda 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun 4-c fıkrasının iptali yolunda Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu tarafından açılan ve esastan görüşülmesine karar verilen davanın, öncelikle gündeme alınması talebinde bulunulduğu anımsatıldı.
Davanın süratle sonuçlanmasının, bu konuda çıkacak kararı beklemekte olan yaklaşık 8 bin 600 TEKEL işçisi tarafından son derece kritik ve hayati bir önem arz ettiği vurgulanan başvuruda, Danıştay 12. Dairesinin verdiği, 1 Mart 2010 tarihli (30 günlük hak düşürücü başvuru süresine ilişkin ibare için) yürütmeyi durdurma kararı sonrasında işçilerin, “İş kaybı tazminatı” almaya başladıkları belirtildi.
Başvuruda, ancak eylül ayı itibarıyla tazminatın ödeme süresinin sonuna gelindiği ifade edildi.
ATAMA TALEPLERİ İŞLEME KONULMUYOR
Tek Gıda-İş’in, Anayasa Mahkemesine yaptığı başvuruda şunlar kaydedildi: “Tamamen işsiz ve gelirsiz kalma riskiyle karşı karşıya kalmamak için üyelerimiz, ilgili mevzuatın kendilerine tanımış olduğu hak uyarınca, 657 sayılı Kanunun 4-c maddesi çerçevesinde istihdam edilmelerini sağlamak amacıyla, ilgili resmi makamlara başvuru yapmış olmalarına rağmen, bu kez Devlet Personel Başkanlığı, Yüksek Mahkemeniz nezdinde henüz karara bağlanmamış dosyaya binaen, üyelerimizin atama taleplerini işleme koymamakta ve beklemeye almış bulunmaktadır.”
İşçilerin ve ailelerinin sosyal güvenlik haklarından yararlanma imkanlarını da yitirme konumunda olduklarına dikkat çekilen başvuruda, “Sayın mahkemenizin söz konusu dava ile ilgili vereceği kararın gündeme alınması geciktikçe, yaklaşık 8 bin 600 üyemiz gün be gün daha da sefalet içine düşecek, aileleri ile birlikte maddi ve manevi olarak büyük bir dar boğaza gireceklerdir” dendi.

ÇADIR KALDIRILDI DİRENİŞ SÜRÜYOR

İZGAZ’ın özelleştirilmesinden sonra Belediye Başkanının verdiği “İş güvencesi” sözüne rağmen işten atılan İZGAZ işçilerinin direniş çadırı kimliği belirsiz kişiler tarafından kaldırıldı.
Sabah direniş alanına geldiklerinde çadırın kaldırıldığını gören işçiler, belediye yönetimine tepki gösterdiler.
ÇİRKİN SALDIRI!
Atılan İZGAZ İşçilerinden Metin Çelik hak aramanın yasal bir hak olduğunu belirterek “Sabah geldiğimizde çadırımızı kaldırmışlardı. İzmit Belediyesine gittiğimizde biz kaldırmadık dediler, Büyükşehir belediyesi zabıtalarımı kaldırdı kim kaldırdı bilemiyoruz. Fakat çok çirkin bir hareket, işçilere bu şekilde davranılması çok yanlış, biz hakkımızın, ekmeğimizin peşindeyiz, hiç kimseyle derdimiz yok.sadece ekmeğimiz için buradayız” dedi.
SONUNA KADAR BURADAYIZ!
Ahmet Zorlu ise “Saat 20.00’ye kadar buradaydık. Bize 22.30’da haber geldi çadırımızı kaldırmışlar diye. Kimler tarafından kaldırıldığı belli değil. Kim kaldırmışsa çok büyük bir utanç. İZGAZ işçileri yalnız değil, Kocaeli halkı yanımızda. Kimler yapmışsa bunun hesabını verecekler” diye konuştu.
Hakan Büyük yaptıkları demokratik mücadeleden vazgeçmeyeceklerini belirterek şöyle devam etti: “Bizi önce işten attılar. Biz demokratik bir eylem yapıyoruz. Çadırımızı söküp atmakla bizi yıldıramayacaklar. Eylemimize devam edeceğiz. Büyükşehir Belediye Başkanı bilsin ki, çadırımızı söküp atmakla bizi buradan gönderemezler. Sonuna kadar mücadelemize devam edeceğiz.”

Sürgün uygulaması AKP’nin emekçiye bakışını gösteriyor

Fatih Belediyesinde çalışan Tüm Bel-Sen İstanbul 1 No’lu Şube Başkanı Kadri Kılıcı’nın, Sosyal Hizmetler Çocuk Esirgeme Kurumuna sürgün edilmesine tepki büyüyor. Fatih Belediyesi’nde çalışan Kılıcı’nun sürgününü protesto eden KESK üyeleri, belediye önünde eylem yaptı.
Tüm Bel-Sen Genel Başkanı Vicdan Baykara, referandum öncesinde demokrasiden, özgürlük ve insan haklarından dem vuran AKP iktidarının referandumun hemen ertesi gününde gerçek niyetini gösterdiğini kaydetti. KESK Genel Sekreteri Emirali Şimşek ise AKP’nin gerçek zihniyetinin sürgün olduğunu kaydetti.
“Baskılar, sürgünler bizi yıldıramaz”, “İşte AKP demokrasisi” sloganlarının atıldığı eylemde konuşan Tüm Bel-Sen Genel Başkanı Vicdan Baykara, Eminönü Belediyesi ile Fatih Belediyesi’nin birleşmesinin ardından çalışanlar üzerindeki baskılarında arttığını kaydetti.
BASKILAR HİÇ DURMADI
Fatih Belediye yönetiminin birleşmenin ardından çalışan sayısının 700’e çıktığını, sayı artmasına rağmen 18 olan servis sayısının 4’e düşürdüğünü ifade eden Baykara, bu icraatın çalışanlara nasıl bakıldığının ortaya çıktığını söyledi.
Fatih Belediyesinin çalışanlar üzerindeki baskılarının her geçen gün daha da arttığını belirten Baykara, zabıtaların çalışma koşullarının ağırlaştırıldığını, üyelerinin hayvan barınağına sürgün edildiğini, mühendis kadrosundakilerin başka işlere verildiğini, memurların fotokopi ve tahsildar olarak kullanıldığını, Şube başkanı Kadri Kılıcı ve bazı üyelerine fiili saldırılarda bulunulduğunu kaydetti.
Bu baskılara karşı Tüm Bel-Sen 1 No’lu Şube’nin ciddi bir mücadele ortaya koyduğunu belirten Baykara, “Açılan bir çok dava kazanımla sonuçlandı. Bunlar yetmezmiş gibi norm kadro uygulaması gerekçe gösterilerek şube başkanımız başka bir kuruma Çocuk Esirgeme Kurumuna sürgün edildi. Oysa biz biliyoruz ki şube başkanı arkadaşımızın şahsına yapılan bu uygulama üyelerimize ve çalışanlara karşı verilmek istenen bir gözdağıdır” diye konuştu.
Yasalara göre sendika yöneticisinin haklı bir gerekçe olmadığı sürece görev yerinin değiştirilmesinin yasak olduğunu belirten Baykara, AKP’nin demokrasi, özgürlük ve insan haklarından ne anladığının gözler önüne çıktığını kaydetti. Baykara, “Unutulmalalıdır ki AKP’nin gerçek yüzü, baskıdır, sürgündür, cezadır. Biz KESK olarak bu baskıları sürgünleri yaşamın her alanında açığa çıkartarak teşhir edeceğiz. Mücadelemizi kazanana kadar sürdüreceğiz” dedi.
SENDİKAL FAALİYETE ENGEL
KESK Genel Sekreteri Emirali Şimşek ise KESK’in 20 yıllık sendika hak ve özgürlükler mücadelesinde bu fotoğrafı çok gördüklerini belirterek, “Bunlardaki amaç demokratik kitle örgütlerini susturmak, demokrasi mücadelesinden alı koyup sistem içine çekmektir. Yöntem ise baskı, yıldırma, sürgün, yetmezse tutuklama. Bugün buradaki yöntemde çok farklı değil” dedi.
Kendilerince sürgüne bir alt yapı oluşturduklarını, bunun adına da norm kadro dediklerini ifade eden Şimşek, bu durumun sadece bir kamu görevlisinin başka bir yere gönderme olmadığını, sendikal faaliyetin engellenmek istendiğini söyledi.
Şimşek, “Muratları KESK’i susturarak farklı bir ses çıkmasının engellenmesidir. KESK’i demokrasi mücadelesinde edilgen bir duruma çekmektir. Yandaş sendikaları böylelikle güçlendirmektir. Bu bir zihniyet sorunudur. AKP’nin defolu demokrasi anlayışının ürünüdür. Biz AKP zihniyetine karşıyız” diye konuştu.
Ülkenin her alanında AKP zihniyetinin antidemokratik uygulamaları ile karşı karşıya olduklarını belirten Tüm Bel-Sen 1 No’lu Şube Başkanı Kadri Kılıcı da “Bu sürgünü gerçekleştirenler şunu iyi bilsinler ne Fatih Belediyesinde nede ülkenin başka yerlerinde KESK’in taleplerinin arkasında yürüttüğü mücadeleyi engelleyemeyecekler” dedi.

‘Hapishanelerde 153 kişi yaşamını yitirdi’

HASTA Tutsaklara Özgürlük Platformu, 2010 yılında hapishanelerde 153 insanın yaşamını yitirdiğini söyledi.
Hasta Tutsaklara Özgürlük Platformu üyeleri, İnönü Parkı’nda basın açıklaması yaptı. Hasta tutuklu ve hükümlülerin fotoğrafları ve isimlerinin yazılı olduğu dövizlerin taşındığı açıklamada, “Hasta tutsaklar serbest bırakılsın, tecride son” pankartı açıldı.
Basın açıklamasını platform adına okuyan Servet Göçmen, tutuklu bulunan Bekir Şimşek’in ülkede tecrit hapishanelerinde bulunan 325 hasta tutsaktan biri oluğunu söyledi. Wernicke Korsakof hastası olan Bekir Şimşek için ilk raporun 5 Ekim 2001 yılında verildiğini ve cezasının ertelenmesi gerektiği yazıldığını hatırlatan Göçmen, “Ağızlarını hep açtıklarında ‘demokrasi’den bahsedenler, ‘Diyarbakır ve Mamak’ın duvarların dili olsaydı neler anlatırdı?’ diyerek riyakarlık yapanlar sadece 2010 yılında ülkemiz hapishanelerinde ölen 153 insanın neden öldüğünü nasıl açıklayacaklardır? Ancak görülmektedir ki iktidar sahipleri bu ölümlerle yetinmemektedir. Yeni ölümler olmasını istemektedir” dedi. Basın açıklaması, 5 dakikalık oturma eylemi ile son buldu

KİRVEME MEKTUPLAR

Kirvem,
Çilekeş milletimiz “darbe”ler sonucunda süklüm püklüm bir kenara çekilip, her defasında “ricat” ederken, neden sonra gari “yeter!” babında “silkinip”, böylece “güç”lerini dipçik, palaska, postallardan alan “zorba”lara karşı nihayet sesini yükseltip, bir bakıma sanki “rüştü”nü kanıtlayınca; otuz yıllık bir aradan sonra tümüyle olmasa da, en azından sağına soluna yapılan “yama”larla “yeni” bir anayasayı devreye soktu.
Eksiğiyle gediğiyle, ya da son zamanlarda dillendirilen ifadesiyle “yetmez ama evet!”çilerin yanı sıra, aynı zamanda da kesinlikle “evet” çizgisinden yana ağırlığını koyanlar aynı safta, aynı hizada yerlerini alırken, buna mukabil “Hayır demekte hayır vardır” diyenler ve her iki kesimin dışında tamamen ayrı bir kulvarda gardlarını alıp sandıkları “boykot” edenlerin çizdikleri tabloya, ya da “referandum “ sonuçlarını televizyon ekranlarına yansıtan renkli “harita”lara bakılırsa, memleket fiilen olmasa da görünürde sanki üçe bölünmüş durumda!
Öyle ya böyle sandıklara yansıyan sonuçların ardından kimilerimiz peşinen “bayram” edip, kimilerimiz de nedense “yas” tutarken, özüme kalırsa üzerinde düşünmemiz gereken asıl konu, Muhterem Başbakanımızın meydanlarda şiirsel bir ifadeyle altını çizerek dillendirdiği “üstünlerin hukukunun” yerine, “hukukun üstünlüğü”nün bu anayasa sayesinde gerçekten de rayına oturup oturmayacağıydı.
Çünkü kağıt üzerinde hepsi de birbirinden şatafatlı maddelerle yeni baştan donatılmış bu anayasanın, pratik yaşantımızda bizlere sunacağı “nimet” veya “külfet”lerin akibeti henüz meçhul…
Nitekim eskisine yamanan yeni maddelerle bir bakıma hafif yollu “restore” edilen bu anayasanın tümü hakkında başkaları ne düşünür tabii ki bilemem, ama bana kalırsa özellikle “pozitif ayrımcılık” la ilgili 10. madde de belirtilen “Kadınlar, çocuklar, yaşlılar, engelliler, harp ve vazife şehitlerinin yetimleri ile malul ve gaziler için alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı sayılmaz” ibaresi, aslında vicdanları ister istemez yaralıyor.
Yaralıyor, zira yıllardan beri neredeyse her Allah’ın günü “analar ağlamasın” tiratlarıyla milletçe hep beraber feryat figan edip dururken, öte yandan hepsi de bu ülkenin “evlat”ları olan gencecik delikanlılarını birbirlerine niçin ve nasıl “düşman” ettiğimizi sorgulayıp, bunun nedenlerini içtenlikle ortaya döküp, “silah” yerine “diyalog” yoluyla “meseleler”imizi çözmektense, işin kolayına kaçarak, görmezlikten gelerek, halı altına süpürerek, hamasi nutuklarla oyalanıp durduk ama nafile!
Nafile çünkü içine saplanıp kaldığımız bu “kirli savaş” dün olduğu gibi, bugün bu saat hâlâ sürüp giderken, ağlayan anaların gözyaşları maalesef bir türlü dinmedi, dinmiyor!
İşte şimdi de hepsi de bu coğrafyanın “ana”ları, “Anadolu” denen bu diyarların kadınlarından kimisine “dul”, veya onların “evlat”larına “şehit” veya” gazi”lik ünvanıyla “pozitif ayrımcılık” uygulayıp, buna mukabil kimi gözü yaşlı anaların feryatlarına bir bakıma kulak tıkayıp, acılarına bir kalemde sünger çekmek, anayasal çizgide “eşitlik ilkesine” ne denli yakışır, ya da “adalet” terazine ters mi düşer, bilemiyorum Kirvem!..

ÖZGÜRLÜK

Halkoylamasındaki hallerim üzerine
Önce devlet.
Doğanın düzeninde bulunduğu kabullendirilen ve ‘saf aklı’ varlığında cisimleştirdiği tartışma dışı bırakılmış, fani değil ölümsüz bir önder tarafından doğadan çıkartılıp toplumsal yaşama ‘Manevi mutluluğa sahip’ sanki canlı bir organizmaymış gibi eklemlendirilmiş her şeye kadir, her şeyin üzerinde ve her şeye egemen bir devlet…Eleştirilemez, değiştirilemez, öngörüldüğü gibi olmaktan çıkartılamaz ‘Yüce’ bir varlık…Devlet soyutlukta böyle tasavvur edilmiş ve somutlukta da tasavvur edildiği gibi işleyebilmesi için gerekli kurumlar (Başta TSK, sonra Cumhurbaşkanlığı, yargı, vb.) ‘gerektiği gibi’ tasarlanıp işlevselleştirilmişler. ‘Devlet iktidarını’ bu kurumlar pekiştirecek, ‘Devlet siyasetini’ ve bu siyasetin uygulanmasını, uygulanmasında muhtemel sapmaların denetimini bu kurumlar belirleyecek ve sağlayacaklardır.
Sonra toplum geliyor. Toplum da devlete layık toplum olarak tasavvur edilmiş, toplumun devlete layık olabilmesi için üzerinde oluşacağı değiştirilemez, tartışılamaz, dışına çıkılamaz ilkeler, içerikleri resmi ideolojiyle doldurularak belirlenmiştir. Bu ilkelerin toplumsal yaşamda süregelmesi, ilkelerden kopuşun önlenmesi ve denetimi yine devletin yukarıda belirtilen kurumlarına (Sayılanlar dışında YÖK, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurulu, Diyanet İşleri Başkanlığı örnek gösterilebilir) bırakılmıştır. Toplumun siyasetini, ‘Devlet siyasetinin’ dışına çıkmamak koşuluyla, başta seçilmiş hükümet, siyasi partiler olmak üzere sendikalar, STK’lar vb. belirleyecektir.
Nihayet ‘birey’! Birey ancak eleştirilemez, değiştirilemez, öngörüldüğü gibi olmaktan çıkartılamaz ‘Yüce Varlık Devlet’in uygun gördüğü hak ve özgürlüklerden, onun öngördüğü ve devlet kurumlarının denetlerken sınırlarını tanımladığı biçimde yararlanabilir; içeriği resmi ideolojiyle doldurulmuş temel ilkelerden ayrılmaksızın, kopmaksızın davranırsa ‘Onurlu bir hayat sürdürebilir’, ‘Maddi ve manevi varlığını geliştirebilir’, ‘Huzurlu bir hayat talebine hakkı bulunabilir’.
12 Eylül Anayasası’nın ‘Başlangıç’ bölümünde açıklanan tasavvur budur ve sonraki maddelerde öngörülen düzenlemeler bu tasavvuru somuta indirgemektedirler.
Gün geliyor ve bir hükümet (Siyasi iktidar) ‘devlet iktidarı ve devlet siyaseti olmaz, siyasi iktidar ve onun siyaseti olur; devletin çizdiği siyasetin sınırları içinde kalarak ve ona uygun davranarak siyaset yapmak demokrasiye aykırıdır; devletin siyasetini de devletin kurumları değil, halkın oyu ile seçilerek iktidara gelenler belirlerler’ diyor ve bu anlayışına uygun yeni anayasal düzenlemeler öngörüyor, halk oylamasına sunuyor.
Ben ne yapmalıyım?
Yeni düzenlemelerin kabulüne karşı çıkarsam devlet iktidarı ve devlet siyaseti anlayışını güçlendireceğim. Yeni düzenlemelerin (Bu düzenlemelerde benim özgürlüğümü gerileten durumlar olmaması koşuluyla) kabul edilmesini istersem, demokratik olan bir girişimin yanında yer alacağım. Ancak burada bir tehlike var : Hükümet (siyasi iktidar) devlet iktidarı ve devlet siyaseti anlayışına önemli ölçüde darbe vururken amacı kendi iktidarını (Siyasi iktidarı) devlet iktidarı yerine; kendi siyasetini devlet siyaseti yerine ikame etmek olabilir. Yani, hükümetçe atılan adım devlet biçimi olarak demokrasiye ulaşmaktan çok var olan yapıyı aynen koruyarak siyasi iktidarını devletle özleştirmek olabilir. Devletin siyasetine bağlı, bu siyaseti uygulayan ve koruyan kurumlar yerine siyasi iktidara bağlı, onun siyasetini uygulayan ve koruyan kurumlar benim özgürlüklerimi geliştirmez, toplumsal yaşamdaki cendereleri yok etmez. Öyle ise, yeni düzenlemelerin devlet biçimi olarak demokrasiye giden yoldaki engelleri temizleyebilmesi için hükümetin izleyebileceği yeni tehlikeler yaratacak siyaseti karşısında farklı bir siyasi çizginin güç kazanması için mücadele etmek gerekecektir.
Anayasanın ‘başlangıç’ bölümünde açıklanan ideolojik tasavvurun ve bu tasavvuru uygulamada somutlaştıran anayasal düzenlemelerin yerine, bireyi sınırlandırılmamış özgürlükleriyle temel ilkeleri birlikte yaşamak, birlikte davranmak, birlikte var olmak anlayışı üzerine kurulu bir toplumda tek başına, dilediği başkalarıyla tarihsel-toplumsal süreçte belirlenen ve çeşitlenen hakları ve bu haklarının gerçekleşebilmesi için mücadele edebileceği bir yapılanma siyasi iktidarınkinden farklı siyasi çizginin kalkış noktası olmalıdır.
Halk oylamasında böyle düşündüm ve düşünceme uygun olduğunu sandığım gibi davrandım.

Türkiye’nin Oscar adayı ‘Bal’

SEMİH Kaplanoğlu’nun Altın Ayı ödüllü filmi ‘Bal’ bu sene Türkiye’nin Oscar adayı seçildi.
Kaplanoğlu’nun “Yusuf üçlemesi”nin son halkası olan filmde, seyirci Yusuf karakterinin çocukluk dönemine tanıklık ediyordu.
‘Bal’ 60. Berlin Uluslararası Film Festivali’nde en prestijli ödül olan Altın Ayı ödülünü kazanarak büyük başarıya imza atmıştı.
‘Yumurta ve Süt’ ile birlikte üçlemeyi tamamlayan ‘Bal’ın konusu ise şöyle: Yusuf bir sabah gördüğü rüyayı babası Yakup’a anlatır. Bu rüya ikisi arasında sonsuza dek kalacak bir sırdır. Aynı gün Yusuf sınıfın önünde öğretmenin verdiği okuma metnini okurken aniden kekelemeye başlar ve arkadaşlarının alay konusu olur.
Yakup, anlaşılmaz bir nedenle soyu hızla tükenen Kafkas arılarının peşinden uzak bir ormana gider. Babasının gidişiyle Yusuf iyice sessizliğe gömülür. Yusuf’un bu hali çay tarlasında çalışan annesi Zehra’yı üzmektedir. Ne kadar uğraşsa da Yusuf’u konuşturamaz.
Günler geçer, Yakup’un gecikmesi Zehra’yı ve Yusuf’u tedirgin eder. Zehra Miraç Kandil’i gecesi için Yusuf’u köyden uzaktaki anneannesine gönderir. Yusuf, orada dinlediği hikayelerdeki peygambere benzettiği babasının mutlaka geri döneceğine inanmaktadır.
Ertesi gün Sis Dağı Şenliğinde de Yakup’a rastlayamazlar... Babasını aramak için ormanın derinliklerine dalan Yusuf’un gördüğü rüya gerçekleşecek midir?

Ekmek arası virüs

Burger King’e virüslü et soruşturması başlatıldı. Tarım Bakanlığı, Burger King’in TT Gıda’dan satın aldığı ‘salmonella ve listeria’ virüslü 164 bin adet hamburger eti için Gebze Başsavcılığına suç duyurusunda bulundu
Tarım Bakanı Mehdi Eker, temmuz ayında yaptığı şok bir açıklamada, Türkiye genelinde 22 bin 172 firmanın denetlendiğini duyurdu ve bunlardan 1171’inde sağlığa zararlı ürünler tespit ettiklerini açıkladı. Ne var ki, Bakan Eker, basının ve sivil toplum örgütlerinin bütün baskılarına rağmen bunların hangi firmalar olduğunu bir türlü söylemedi.
İşte, Tarım Bakanlığının takibindeki 1171 firmadan biri olan ve dünyanın hemen her ülkesinde faaliyet gösteren o firmalardan birine Taraf gazetesi ulaştı. Tarım Bakanı Mehdi Eker’in ‘olur’ imzasını koyduğu ve üzerinde “Gizli” mührü bulunan Teftiş Kurulu Başkanlığı raporunda, dünyaca ünlü hamburger satış firması Burger King’i işleten firmalar hakkında gerçeğe aykırı bilgiler vermekle ilgili suçlamalar yapılıyor.
Bu konuda soruşturma açıldığı, sonuçlandığı ve söz konusu firmalar hakkında cezai yaptırım uygulanacağı, hatta vergi kaçırıldığı ve buna göz yuman kamu görevlilerine çeşitli cezalar verilmesi talep ediliyor.
Hem özel hem de Hıfzıssıhha kuruluşlarında inceletilen etler hakkında raporda, “Etleriniz imha edilmek üzere gönderildi” ifadeleri yer alıyor. “Etlerin piyasaya sürüldüğü” iddiaları bulunuyor

12 Eylül hukuku sürüyor

HALKEVLERİ’nden yapılan açıklamada Samsun’da Halkevi üyeleri ve Öğrenci Kollektifinden öğrencilere açılan davanın 12 Eylül hukukunun sürdüğünün kanıtı olduğu vurgulandı. Açıklamada İlk duruşması 21 Eylülde Ankara’da görülecek olan dava için duyarlılık çağrısı yapıldı.
HALKEVLERİ’nden yapılan açıklamada Samsun’da Halkevi üyeleri ve Öğrenci Kollektifinden öğrencilere açılan davanın 12 Eylül hukukunun sürdüğünün kanıtı olduğu vurgulandı. Açıklamada İlk duruşması 21 Eylülde Ankara’da görülecek olan dava için duyarlılık çağrısı yapıldı.
Samsun’da gerçekleşen operasyonla; 12 Halkevcinin yargılandığı belirtilen açıklamada “Hazırlanan iddianamede Deniz Gezmiş anması yapmak, evde posterini bulundurmak, Ali Sabancı’ya yumurta atmak, 1 Mayısa katılmak ve Mahir Çayan flaması taşımak, Turan Feyizoğlu’nun kitabını bulundurmak, TEKEL direnişini desteklemek gibi gerekçelerle terör örgütü üyeliği suçlaması var. 12 Eylülle hesaplaşma söylemiyle gelişen referandum sürecinin hemen ardından arkadaşlarımız 12 Eylül hukukuyla yargılanacak” denildi.
Halkevlerinin gericiliğe, antidemokratik uygulamalara karşı mücadelesini sürdürdüğü için yasaklama ve baskılarla karşı karşıya kaldığı belirtilen açıklamada. “Samsun’da gerçekleştirilen operasyon sonucu tutuklanan yedi kişiden ikisi avukatlarının ve ailelerinin yaptığı itirazlar sonucu tahliye edilmiştir. Halkevi Başkanı Halil Mert de dahil 5 kişi ise halen Sincan F tipi Cezaevinde tutukludur. Operasyon dosyasında ilk günden başlayarak gizlilik kararı verilmiş avukatlar dahil kimseye bilgi verilmemiştir. 14.07.2010 tarihine kadar gizlilik kararı devam etmiştir” denildi.
Terör örgütü üyesi oldukları iddia edilen 12 kişinin yaptıkları faaliyetlerin dosya kapsamında delil ve terör eylemi sayılması bu düzmece operasyonun gerçek niyetini ortaya serdiğinin altı çizilen açıklamada “Samsun’da Halkevi üye ve yöneticilerinin yaşadığı saldırı ülkemizde tüm muhalif unsurların, halkın haklarını savunanların karşı karşıya olduğu tehdidi gösteriyor. Bu ülkede bir anda haklarını savunmak için örgütlenen ‘Terör örgütü üyesi ilan edilebiliyor. AKP’nin 12 Eylülle hesaplaşma söyleminin, ‘Demokrasi’ savunuculuğunun yalan olduğu sadece Samsun’da Halkevleri üyelerine dönük operasyonla dahi gözler önüne seriliyor” denildi. Davanın ilk duruşmasının 21 Eylül 2010 tarihinde yapılacağı belirtilen açıklamada kamuoyunun bu davaya duyarlı olması için çağrıda bulunuldu.

ABD Türkiye’den fakir mi?

GÜNDEMDEN hiç düşmeyen, hatta iptal edilmesi için dava dahi açılan, A Milli Basketbol Takımının Dünya Basketbol Şampiyonası’nın ardından aldığı prim, şampiyona birincisi ABD’li oyuncuların aldığı prim rakamı öğrenilince tekrar gündem oldu.
GÜNDEMDEN hiç düşmeyen, hatta iptal edilmesi için dava dahi açılan, A Milli Basketbol Takımının Dünya Basketbol Şampiyonası’nın ardından aldığı prim, şampiyona birincisi ABD’li oyuncuların aldığı prim rakamı öğrenilince tekrar gündem oldu.
Türkiye’de 12 Dev adama toplam 28.5 milyon TL prim verilince, şampiyon olan ABD takımının ne kadar primle ödüllendirildiği merak konusu olmuştu? O rakam açıklandı. ABD’li oyunculara kişi başı sadece 25 bin dolar verildi.
TARTIŞILMASIN İSTİYORLAR
A Milli Basketbol Takımının İdari Menajeri Barbaros Akkaş, kazandıkları büyük başarının yerine sürekli primin konuşulmasından rahatsızlık duyduklarını söyledi. Akkaş, “Dünya ikinciliği bizi manevi olarak fazlasıyla tatmin etti. Sayın Başbakanımızın uygun gördüğü bir prim de verildi. Zaten Basketbol Federasyonu, bu ekibin maddi-manevi ihtiyaçlarını karşılamaktadır. Biz tarihte görülmemiş bir başarı yakalayıp, dünya ikinciliğine ulaştıktan sonra 70 milyona yaşatılan büyük gurur yerine primlerin konuşulması, hepimizi fazlasıyla üzmüştür” dedi.
Her ne kadar idari menajer üzüldüklerini ve tartışmaların bitmesini istediklerini söylese de, Türkiye’yi finalde yenerek şampiyon olan ABD’li ‘yıldız’ların aldığı rakam tartışmaları bitirmek bir yana tekrar alevlendirdi.
ABD, kendi basınına göre B takımıyla geldiği Türkiye’de 12 Dev Adam’ı yenerek yenilgisiz Dünya Şampiyonu oldu. MVP Kevin Durant’in önderliğinde bu başarıya ulaşan NBA yıldızlarına bu birincilik için 25’er bin dolar verildi.
2008 Olimpiyatları’nda altın madalya kazanan rüya takım da aynı primle ödüllendirilmişti.

Referandum bitti prim gitti

Referandum sürecinde çiftçiye memura bonkör gözükmeye çalışan hükümetin tavrı oylamanın sona ermesiyle birlikte değişti. Referandumda yüzde 76 gibi yüksek oranla ‘evet’ diyen Rize’de çay üreticilerine, hükümetten ‘kötü’ haber geldi.
Referandum sürecinde çiftçiye memura bonkör gözükmeye çalışan hükümetin tavrı oylamanın sona ermesiyle birlikte değişti. Referandumda yüzde 76 gibi yüksek oranla ‘evet’ diyen Rize’de çay üreticilerine, hükümetten ‘kötü’ haber geldi. Dönüm başına 2.5 ton üzerinden ürün destekleme primi alan yaş çay üreticileri Bakanlar Kurulu kararı ile bu yıldan itibaren dönüm başına 2 ton üzerinden destekleme primi alabilecekler.
Tarım ve Köy İşleri Bakanlığının 5 Kasım 2009 tarihli ve 471 sayılı yazısı üzerine, 5488 sayılı Tarım Kanunu’nun 19. maddesi kapsamında yaş çay üreticilerine dönüm başına 2.5 ton yaş çay yaprağı üzerinden ödenen ürün destekleme priminin 4’de 1 oranında azaltılması, çayın vatanı Rize’deki üreticileri ‘adeta’ şok etti.
DÖNÜM BAŞINA 47 TL’LİK KAYIP
Geçtiğimiz yıl yaş çay üreticileri dönüm başına 2.5 ton, yaş çay yaprağı üzerinden 187.2 TL ürün destekleme primi alan üreticiler bu yıl bir dönümden 2 ton, yaş çay yaprağı üzerinden 130 TL alacaklar. Değişiklik ile Rize yaklaşık 25 milyon TL civarındaki ürün destekleme primini alamamış olacak.
Konuyla ilgili açıklama yapan Rize Ziraat Odası Başkanı Nevzat Paliç, “Ziraat Odamız, Tarım İl Müdürlüğümüz ve ÇAYKUR Genel Müdürlüğü olarak yaptığımız incelemelerde verimli bir çay bahçesinin bir dönümde 2.5 ton yaş çay rekoltesine sahip olduğunu tespit ederek bu rakamı bakanlığa bildirmiştik. Bu rakam üzerinden uygulanan ürün destekleme primi yeni bir bakanlar kurulu kararı ile 2 tona düşürüldü. Bundan üreticimizin de ilimizin de ekonomik kaybı olacak. Alınan bu Bakanlar Kurulu kararı değiştirilmese dahi farklı çay cüzdanlarına sahip aile bireylerinin topladıkları ürünleri birleştirebilmeleri sağlanmalı. Bunun biraz olsun üreticimizin uğrayacağı mağduriyeti gidereceğini düşünüyoruz” dedi.
BAKANLA TARTIŞMA BÜYÜYOR
Öte yandan daha önce ‘Kaçak ve sahte çay’ suçlamalarıyla hakkında soruşturma başlatılan, Ulusal Çay Konseyi Kurucu başkanı olan AKP Rize Milletvekili yine tartışılıyor.
Önceki hafta içerisinde yaptığı açıklamalarla ÇAYKUR Genel Müdürü Ekrem Yüce’yi hedef alarak adeta bütün bürokratları ve siyasileri tehdit eden AKP Rize Milletvekili Ali Bayramoğlu’nun açıklamalarına yanıt gecikmedi. Genel Müdür Yüce, Milletvekili Bayramoğlu’nun, “ÇAYKUR kötüye gidiyor. Bu gidişle ortada ÇAYKUR diye bir kurum kalmayacak. Genel müdür bizim memurumuzdur, kim ki bana sert çıkacak.Herkes haddini, hududunu bilecek. O atanmış, ben seçilmişim” şeklindeki açıklamalarını değerlendirdi.
Yüce, “Ben, seçilmişlikten atanmışlığa gelen birisiyim. Benimde seçildiğim günler oldu. Ancak bizim gündemimizde seçilmiş ve atanmışlık gibi bir sorun yok. Bizim gündemimizde müstahsile daha iyi nasıl hizmet ederiz bunun hesabı var” ifadelerini kullandı.
ÇAYKUR konusundaki iddialara da değinen Yüce, ÇAYKUR’un son 7 yıl içerisinde Türkiye’nin en büyük 500 kurumu arasında 13 basamak yükselerek 32. sıraya ulaştığını belirterek, “2002 yılında ÇAYKUR Türkiye’nin en büyük 500 kurumu arasında 45. sıradaydı. Bugün ise 32. sırada. Biz Rize adına bu gelişmeden ve büyümeden gurur duyuyoruz. Bu rakamlar devletimizin resmi kaynaklarının açıkladığı rakamlardır. Değerlendirme de ortada ve açıktır” şeklinde açıklamalarını sürdürdü.

YALANA SUÇÜSTÜ


Hiçbir şey yoktan var, vardan yok olmaz. Ama bizim ülkemizde siyasetçiler, olmayanı var, olanı yok göstermekte pek hünerli. Eğitim alanında yaşananlar da bunu çeşitli yönleriyle gösteriyor.
Hiçbir şey yoktan var, vardan yok olmaz. Ama bizim ülkemizde siyasetçiler, olmayanı var, olanı yok göstermekte pek hünerli. Eğitim alanında yaşananlar da bunu çeşitli yönleriyle gösteriyor.
Her yıl dönem başlarında hükümetler, ilgili bakanlar eğitimin paralı olduğu gerçeğini gizlemek üzere, her ne sebeple olursa olsun kimseden zorla bağış alınmayacağını tekrar tekrar açıklıyorlar. Soruşturma tehditleri savuruyorlar; şimdiye kadar kimseye bu nedenle soruşturma açmadıklarını unutarak. Ama bütün bunların sadece laf olduğunu gösteriyor yaşananlar. Tıpkı, Türkiye’nin en büyük kenti olan İstanbul’un merkez ilçelerinden Sultangazi’de olduğu gibi.
20 YILLIK ALYANSINI SATTI
Sultangazi’de kendisinden istenen kayıt parasını ödeyemeyen bir veli, çaresiz, alyansını satmak zorunda kaldı. Haklı olarak isminin yayınlanmasını istemeyen veli, öfkesini “Lanet olsun bu yöneticilere” diyerek gösteriyor. “Çocuğumu okula kayıt yaptırmaya geldim. Benden 300 TL kayıt parası istediler. Bende yoktu” diyen veli ‘O zaman kayıt da yok’ yanıtıyla karşılaştığını söylüyor. Şöyle sürdürüyor sözlerini aynı veli: “Ben de çaresiz kuyumcuya gittim. 20 yıldır evliyim, 20 yıllık alyansımı bozdum getirdim. O parayla çocuğumu okula kayıt yaptırdım. Lanet olsun böyle yöneticilere.”
İKİ ÇOCUĞA 1100 TL
Aynı ilçede yaşayan herkes aynı sorunlarla karşılaşıyor; tıpkı ülke genelinde olduğu gibi.
Gazi Mahallesi’nde bulunan Şair Abay Kunanbay lisesine çocuğunu kayıt yaptırmak için gelen Hacer Karakuş’tan da kayıt parası istenmiş. 650 TL aylık geliri olan Karakuş’ tan kaydını yaptıracağı ilk çocuğu için 300 TL kayıt parası istenmiş. Okul kıyafeti için de en az 200 TL’ye ihtiyacı olan Karakuş, bir çocuğunu kaydı için 500 TL bulmak zorunda. Ancak sorun bununla da bitmiyor. Karakuş’un iki çocuğu var ve diğer çocuğu da yeni kayıt yaptıracak. Diğer çocuğunu kaydetmek istediği Gazi Ticaret Lisesi de Karakuş’tan 800 TL istemiş.
Bu paraları ödemesi mümkün olmayan Karakuş, İlçe Milli Eğitime başvurmuş.
İLÇE MİLLİ EĞİTİM BAŞTAN SAVMIŞ
Durumu yetkililere anlatan Karakuş, ‘Sen yine git bütçene göre ödeme yap’ yanıtını almış. “Hani bu ülkede eğitim parasızdı” diyen Karakuş, “Ben bu parayı nereden bulayım. Bunun çantası var, kırtasiyesi var, ayakkabısı var, diğer giderleri var” diyerek tepkisini dile getiriyor. “Ben tek başıma bir kadın olarak bunların altından nasıl kalkacağım” diyen Karakuş, “Günde dört ekmek yiyoruz. Zaten et yüzü hiç görmüyoruz. Bunun yanında bir sürü fatura var. Çocuklarıma istediğim gibi bakamıyorum. Nasıl veririm bu parayı; benimle dalga mı geçiyorlar” dedi.Karakuş sözlerini “Bazen bu ülkede yaşamaktan utanıyorum” diyerek noktalıyor; utanması gerekenler ‘Kimseden kayıt parası alınmayacak’ diyerek yalan söyleyenler olduğu halde.
PARA YOKSA KAYIT YOK
Şair Abay Kunanbay lisesine öğrencisini kayıt etmek için gelen bir başka veli de Özge Tuğrul. Teyzesinin çocuklarını getirmiş kayıt için. Ama bir haftadır kayıt için gelip gittiği halde başaramamış çocukları kaydetmeyi. 300 TL isteniyor çünkü her bir çocuk için. Bu 600 TL’lik bir masraf demek. Okul yöneticilerine bu parayı ödeyecek durumları olmadığını anlatmaya çalışmış ama ‘Para yoksa kayıt yok’ yanıtıyla karşılaşmış. Yeğenlerinin anne-babasının temizlik işçisi olduğuna dikkat çeken Tuğrul, oturdukları evin de kira olduğunu sözlerine ekliyor.
SORUN KAYITLA DA BİTMİYOR
Özge Tuğrul işin sadece kayıt parası ile bitmediğini belirterek “Okulun anlaşmalı olduğu mağazalar var. Bizi oraya gönderiyorlar. Öğrenci başına toplam formalar ve eşofmanlar dahil 190 TL. Benim iki öğrencim var; bu da 380 TL demek” diyerek sözlerini sürdüren Tuğrul’un yaşadıkları Başbakanın, Milli Eğitim Bakanının İl Milli Eğitim Müdürlerinin yaptıkları açıklamaların yalan olduğunu bir kez daha gösteriyor. Tuğrul “Yani bana göre bakanlıkla okullar anlaşmalı iş yapıyorlar. Devlet okullara yardım ediyor mu etmiyor mu bilmiyorum ama sonuçta burası bir devlet okulu. Eğitimin tamamıyla ücretsiz olması gerekiyor” diyerek tamamlıyor sözlerini.

Marmaray işçisi direndi ve kazandı


İSTANBUL (16.09.2010)- "Asrın projesi"nde işe iade mücadelesi veren Marmaray işçilerinin duruşmasında karar çıktı. Mahkeme, işçilerin işe iadesine ve işçilerin çalışmadığı sürelerin tazminat olarak ödenmesine hükmetti.

Marmaray işçilerinin işe iade davasının karar duruşması bugün görüldü. Mahkeme, Marmaray işçilerinin işe iadesine karar verdi. Davalı şirketler Polat İnşaat, Taisei Corporation, Gama Endüstri ve Nurol İnşaat, işçilere çalışmadıkları süreler için tazminat ödemeye mahkum etti.

İstanbul 9. İş Mahkemesi'nde görülen duruşmaya UPS işçileri, TUMTİS Şube Başkanı Çayan Dursun, ESP il ve ilçe yöneticileri, Mücadele Birliği, DİK ve Eyüp Dersimliler Derneği Başkanı Mesut Gerçekkatıldı.

'Hukuka aykırı olduğunu ispatladık'

Marmaray işçilerinin avukatlarından Av.Özgür Cihan, "Yaklaşık 9 aydır süren hukuk mücadelemiz asrın projesi olarak lanse edilen Marmaray Projesi'nin hukuka aykırılıklarla dolu olduğunu ıspatlamıştır" dedi. "İşçilerimiz iş yerlerine iade edilmiştir. Bundan sonraki süreçte büyük bir ihtimalle davalı taraflar dosyayı yargıtaya götürecektir bu anlamda bir uzama olacaktır" şeklinde konuşan Cihan, hizmet tespit davalarının sürdüğünü, kıdem ve diğer davalar içinde beraberinde davalar açılacağını söyledi.

'Sokaktaki mücadeleyi perçinledik'

Marmaray işçilerine öncülük eden Tekstil-Sen Genel Sekreteri Beycan Taşkıran, davada iki önemli kazanımın olduğunu söyledi. "Bunlardan biri işçi sınıfının sokakta varettiği, direnerek kazanmak için mücadele ettiği hakları hukuk mücadelesiyle perçinlemiş olması, diğeri ise Marmaray işçilerinin farklı iş kolunda olmalarına rağmen fiili öncülüğü yapmamız ve sendikamızın avukatlarının süreci takip etmeleridir" dedi.

Yeni anayasadaki 'İşçiler aynı iş kolunda farklı sendikalara üye olabilirler' maddesine değinen Taşkıran, işçi sınıfı ve sendikaların beklentisinin ve talebinin işçi ve memurun aynı alanda ve aynı sendikada örgütlenebileceği bir sendikal yapı olduğunu ama AKP hükümetinin bildiğini okuduğunu söyledi.

'Mücadele dayanışmayla kazanılır'

Tekstil-Sen Genel Başkanı Engin Gül ise "Bu ülkede ve dünyada verilen bütün mücadeleler, sınıf dayanışmasıyla kazanılır" dedi. UPS işçilerinin direnişini selamlayan Gül, "Yanlarında olduğumuzu bir kez daha tekrarlıyorum, direne direne kazanacağız" şeklinde konuştu.

Mahkeme önünde sık sık "Direne direne kazanacağız", "Marmaray işçisi direnişin simgesi", "Yaşasın sınıf dayanışması", "UPS'ye sendika girecek başka yolu yok" sloganları atıldı.(ETHA)

TEKEL işçileri Anayasa Mahkemesi'ne başvurdu


ANKARA (17.09.2010)-TEKEL işçilerinin mücadelesi hukuki alanda devam ediyor. TEKEL işçileri, 4-C'nin iptali için Anayasa Mahkemesi'ne başvurdu. İşçiler; yargıya güvendiklerini belirterek "haklıyız, biz kazanacağız" dedi.

TEKEL işçileri tarafından kurulan Güvencesiz Çalışmaya Karşı İşçi Birliği Derneği (GÜÇDER) üyesi TEKEL işçileri dün Anayasa Mahkemesi'ne gelerek 4-C'nin iptali için dilekçe verdi. Başvuru dilekçesinin ardından GÜÇDER adına yapılan açıklamada, TEKEL işçileri olarak emekçilere güvencesizliği ve kölece çalışma koşullarını dayatan 4-C maddesinin iptalini talep etmek üzere Anayasa Mahkemesi'ne gelindiği belirtildi. Açıklamada “Bugün tazminat süreleri biten TEKEL işçileri için telafisi güç ve imkansız zararların doğabileceği bir noktaya gelindiği” ifade edildi.

Açıklamada, "Eylemimiz süresince yargının, işçilerin kazanılmış haklarını gözeten kararlar vereceğine sonuna kadar inandık, inanmaya devam etmek istiyoruz. Güvenceli çalışma hakkı için yürüttüğümüz haklı ve meşru mücadelemizde yargının, bu ülkenin onurlu hukukçuların da fark etmesini istiyoruz" denildi.

Eylem "Biz haklıyız biz kazanacağız", "İş ekmek yoksa barışta yok" sloganlarının atılmasıyla bitirildi.

İşçinin güvenliği celladına emanet


İSTANBUL (17.09.2010)- Hükümat tarafında konfederasyonlara gönderilen “İş Sağlığı ve Güvenliği Yasa Tasarısı” işçi sınıfı ve ezilen milyonların beklentilerine yanıt vermiyor. Çözümsüzlük dayatan yasa tasarısıyla ölümüne sömürülen işçileri can güvenliği cellatlarına emanet ediliyor.

Neoliberal ekonomi politikalarının en acımasız uygulayıcısı durumunda bulunan AKP hükümeti çalışma yaşamının tümünü taşeron sistemine devredecek bir yasa tasarısını daha değerlendirmek üzere sendika ve meslek örgütlerine gönderdi. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı tarafından 23 Ağustos 2010'da sendikalara gönderilen İş Sağlığı ve Güvenliği Yasa Tasarısı 2006 yılından bu yana tartışılıyor. Ancak; tasarı işçi sendikalarının görüş ve taleplerine karşılamadığı için üzerinde bir uzlaşma bulunmuyor.

DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi yazalı bir açıklama yaparak İş Sağlığı ve Güvenliği Yasa Tasarısı’yla AKP'nin, bir taşla iki kuş birden vurmayı amaçladığını; taşeronlaşmanın önündeki engellerin kaldırılarak, işçinin can güvenliğinin piyasa koşullarına teslim edileceğini belirtti.

AKP'nin, 8 yıllık hükümeti boyunca sermayeye hizmet ettiğini, bu süre zarfında burjuvazinin çıkarlarını savunduğunu ve bunu tüm toplumun çıkarınaymış gibi sunduğunu belirten Çelebi, topluma çözüm diye çözümsüzlüğü derinleştirecek reçeteler sunulduğunu belirtti.

Taşeronlaşmaya yasal çerçeve

DİSK Başkanı Çelebi İş Sağlığı ve Güvenliği Yasa Tasarısı'yla bunun son örneğinin yaşandığını vurgulayarak; “Madenlerde ve tersanelerde ihmaller zincirinin sonucu olan iş cinayetlerinden birinci derecede sorumlu olan taşeron uygulamalarının önüne geçilmesi, iş sağlığı ve güvenliği alanında daha kurallı bir çalışma yaşamının oluşturulması acil bir ihtiyaçken, “İş sağlığı ve güvenliği” başlığı altında hazırlanan yasa tasarısı ile taşeronlaşmanın ve bu alanın da piyasalaşmasının önünün açılıyor olması trajikomiktir.” dedi.

Yasa tasarısının 4857 Sayılı İş Kanunu’nun 2. Maddesinin “Tanımlar” başlığında düzenlenen alt-işverenlik (taşeronluk) ilişkisinin tanımına yeni bir düzenleme getirmeyi hedeflediğini belirten Çelebi; “Taslağın içeriği iş sağlığı ve güvenliği olmasına rağmen, taslağın 28. Maddesinin 1. fıkrasının (a) bendi ile 4857 Sayılı İş Kanunu’nun alt işverenlik ilişkisini düzenleyen 2. Maddesinin altıncı fıkrası değiştiriliyor. Yasa tasarısının içeriği ile uzaktan yakından ilgisi olmamasına rağmen böyle bir düzenlemeye taslakta yer verilmesi, hükümetin gerçek niyetinin iş sağlığı ve güvenliği alanında yaşanan çok ciddi sorunların üstesinden gelecek bir mevzuat değişikliğini gerçekleştirmek değil, piyasa aktörlerinin talepleri doğrultusunda bir yasa çıkarmaya çalışırken, aynı zamanda taşeronluk ilişkisinin önündeki yasal engeli de ortadan kaldırma amacını güdüyor. ”

Tasarı taşeron lehine genişletildi

Sermaye sözcüsü hükümetin yapmak istediği değişikliği, mevcut uygulama ile yapılmak istenen tasarıyı kıyaslayarak gösteren Çelebi, açıklamasında “Mevcut uygulamada 'asıl işin bir bölümünün alt işverene verilmesi' için 'işletmenin ve işin gereği ile teknolojik nedenlerle uzmanlık gerektirme' koşulları birlikte aranmaktadır. Oysa yeni düzenleme için iki koşuldan herhangi birinin gerçekleşmesi durumunda, iş taşerona verilebilecektir. Bu da taşeronlaşmayı yaygınlaştıracaktır. ” diye belirtti.

Tasarının yasalaşması durumunda olası sonuçlarına dikkat çeken Çelebi, taşeronlaşmanın önünün böylesine açılması durumunda sömürü koşullarında çalışan sınıfın iş ve can güvenliği başta olmak üzere işyerlerinde sendikal örgütlülüğe çok ciddi darbe vurulacağını belirtti.

DİSK bu çerçevede;

-İş sağlığı ve Güvenliği alanında en önemli sorun alanı olarak görülen taşeron uygulamalarının önünün açılmasının sorunu çözmekten çok derinleştireceğine dikkat çekmektedir.

-İş cinayetlerinin birbiri ardına gündeme geldiği bu süreçte taşeronlaşmanın önüne geçilmesini bir zorluluk olduğundan hareketle, taşeronlaşmanın siyasal iktidar eli ile güçlendirmeye çalışılmasının hangi saiklere dayandığını merak etmekte ve tatmin edici cevaplar aramaktadır.

-İş sağlığı ve güvenliği alanının piyasa konusu edilmesinin tehlikelerine dikkat çekmekte ve sorunun çözümünün kurallı bir çalışma yaşamının inşa edilmesinde, yasal yaptırımların ve denetimlerin artırılmasında olduğuna vurgu yapmaktadır.

-Sendikalaşmanın, kurallı bir çalışma yaşamı için olmazsa olmazlardan olmasından hareketle, sendikalaşma önündeki engellerin bir an önce kaldırılmasını talep etmekte, bunun hükümetin samimiyet testi olacağının altını çizmektedir.

Yine tarım işçileri, yine ölüm


ADANA (17.09.2010)- Adana'da tarım işçilerini taşıyan midibüsün devrilmesi sonucu ilk belirlemelere göre 2 işçi öldü, 17 kişi yaralandı.

Tarım işçilerini taşıyan minibüs Adana-Karataş yolunun Cine köyü yakınlarında devrildi. Kazada, tarım işçilerinden Gürcan Tayal (17) ve Abdulkerim Dayan (33) yaşamını yitirdi.

Yaralanan Hatice Atabay, Zılzıme Çakmak, Emine Aydın, Ayşegül Şimşek, Şükran Şimşek, Yazmış Songül Ertan, Enes Gökhan, Hasan Taylan, Zübeyde Tevge, Hacı Atabay, Songül Eryan ve Kenan Güneş, ambulanslarla Adana'daki hastanelere kaldırıldı.

TEKEL'de iş kaybı tazminatı bu ay doluyo

İSTANBUL (17.09.2010)- 8 bin 600 TEKEL işçisi, Anayasa Mahkemesi'nin esastan görüşeceği 4-C kararını bekliyor. TEKEL işçilerinin aldığı iş kaybı tazminatı Eylül ayında bitiyor. Tek Gıda-İş Sendikası, yüksek mahkemeye gönderdiği ikinci yazıda, dosyanın öne alınmasını istedi.

Tek Gıda-İş Sendikası, 4-C'yi esastan görüşecek Anayasa Mahkemesi yeni bir yazı yollayarak dosyanın öne alınmasını istedi.

Sendika yazısında 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun 4/C fıkrasının iptali yolunda Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu tarafından açılan ve Yüksek Mahkeme'nin esastan görüşülmesine karar verdiği dosyanını 8bin 600 eski TEKEL işçisi tarafından son derece kritik ve hayati taşıdığı kaydedildi.

TEKEL işçilerinin aldığı iş kaybı tazminatının Eylül ayı itibarıyla sona erdiği kaydedilen yazıda

"Tamamen işsiz ve gelirsiz kalma riskiyle karşı karşıya kalmamak için üyelerimiz, ilgili mevzuatın kendilerine tanımış olduğu hak uyarınca, 657 sayılı Kanununun 4/C maddesi çerçevesinde istihdam edilmelerini sağlamak amacıyla, ilgili resmi makamlara başvuru yapmış olmalarına rağmen, bu kez Devlet Personel Başkanlığı, Yüksek Mahkemeniz nezdinde henüz karara bağlanmamış dosyaya binaen, üyelerimizin atama taleplerini işleme koymamakta ve beklemeye almış bulunmaktadır" denildi.

TEKEL işçilerinin bir yandan iş kaybı tazminatından yararlanma süreleri sona erdiği ve öte yandan da 4/C çerçevesinde atamaları yapılmadığı için yaşamlarını sürdürebilecekleri gelirden tamamen yoksun kalabilecekleri ifade edilen yazıda şöyle denildi:

"Açıklamaya çalıştığımız bu şartlar göstermektedir ki; Sayın Mahkemenizin söz konusu dava ile ilgili vereceği kararın gündeme alınması geciktikçe, yaklaşık 8600 üyemiz gün be gün daha da sefalet içine düşecek, aileleri ile birlikte maddi ve manevi olarak büyük bir darboğaza gireceklerdir.

Bu nedenle, üyelerimiz adına talebimiz, söz konusu davanın, öncelikli olarak gündeme alınıp karara bağlanması ve tamamen işsiz ve gelirden yoksun bir şekilde kalmalarına neden olan bu hukuki belirsizliğin giderilmesidir. Hukuk adına en doğru ve isabetli kararın verileceğinden hiçbir kuşku duymayarak; aileleri ile birlikte düşünüldüğünde onbinlerce insanın mağduriyetini engelleme açısından gereğinin takdirini yüksek bilgilerinize arzederiz." (ETHA)

Patronlara göre iş kazalarının nedeni dikkatsizlik

İSTANBUL (17.09.2010)- Metal patronlarına göre iş kazalarının sorumlusu işçiler. İş kazalarının yüzde 64,87'sinin dikkatsiz çalışmadan kaynaklandığı ileri sürülüyor. İstatistikler kazaların en fazla İzmir'de en çok gençler maruz kalıyor.

Türkiye Metal Sanayicileri Sendikası'nın (MESS) 156 MESS üyesi işyerinde yaptığı "MESS üyelerinde iş kazaları ve meslek hastalıkları istatistikleri" yayınlandı.

Krizde iş kazası yaşanacak zaman azaldı

MESS'in periyoduk yayın organı Biz Bize'nin yayınladığı ve 2009 yılı verilerini içeren araştırmasına göre, iş kazaları krizin hissedildiği aylarda düşüş gösterdi.

Şöyle denildi: "Ekonimik krizir etkilerinin ağır bir şekilde hissedildiği 2009 yılında yıkıcı bir şekilde sanayi üretimi geriledi, buna bağlı olarak kapasite kullanım oranı düştü. Bunun sonucunda çalışma saatlerinde önemli bir düşüş yaşandı. İşler yavaşladı, hatta durma noktasına geldi ve iş kazasına maruz kalınabileceK çalışma süresi azaldı."

İş kazalarını nedeni güvensiz hareketler

İstatistikte, 2009 yılında MESS'e bağl işyelerinde 4 bin 643 iş kazası yaşanırken, 11 meslek hastalığının görüldüğü ifade edilirken, iş kazalarını nedenlerine de yer verildi.

Metal patronlarına göre, iş kazalarının yüzde 80'i "güvensiz hareketlerden" kaynaklanıyor. Şöyle deniliyor: "Ne yazık ki geçen yıl, bir önceki yıl olduğu gibi yaşanan iş kazalarının yüzde 80'i güvensiz hareketlerden kaynaklandı. Dikkatsiz çalışma güvensiz hareketler arasında yüzde 65 ile ilk sırayı alırken, bunu kişisel koruyucu kullanmama takip etti."

En fazla İzmir'de en çok gençler

İstatistiklere göre gençler, yüzde 52 oranı ile en fazla iş kazasına maruz kalan kesimi oluşturdu. Araştırmada en fazla iş kazası bin 106 ile İzmir'de meydana gelirken, onu Kocaeli ve Bursa izledi. Araştırmada iş kazaları nedeniyle 86 bin kayıp iş günü yaşandığına da yer verildi.

Öğretmenler sorunlara karşı yürüdü

İSTANBUL (17.09.2010)- Eğitim emekçileri, İstanbul İl Milli Eğitim Müdürlüğü önünde yeni eğitim-öğretim yılının sorunlarına dikkat çekti, "Atama yoksa isyan var, anadilde eğitim hakkı engellenemez" diye haykırdı.

Eğitim-Sen İstanbul Şubeleri, İl Milli Eğitim Müdürlüğü önünde yaptığı basın açıklamasında, yeni eğitim-öğretim yılına da sorunlarla girilmesini protesto etti.

Sultanahmet Meydanı'nda bir araya gelen eğitim emekçileri ve atanamayan öğretmenler, sloganlarla İl Milli Eğitim Müdürlüğü önüne yürüdü. Yürüyüş boyunca, "Atama yoksa isyan var", "Savaşa değil eğitime bütçe", "KPSS kalksın öğretmenler atansın", "Anadilde eğitim hakkı istiyoruz", "İşte AKP demokrasisi" sloganları atıldı.

Eğitim-Sen 7 No'lu Şube Başkanı Azim Şamiloğlu, yaptığı açıklamada, güvencesiz çalışma, öğretmenlerin atamasının yapılmaması, kopya skandalları ve anadilde eğitim sorununa değindi.

Kapitalizmin girdiği krizden çıkabilmesi için önerilen şeyin kamusal hakların piyasaya açılması olduğunu söyleyen Şamiloğlu, eğitim alanının da bu hedefe ulaşmak için temel alan olarak seçildiğini kaydetti.

Sultangazi İlçesi'nde sözleşmeli olarak görev yaparken beyninde tümör oluşması nedeniyle 30 günün üzerinde rapor kullanmak zorunda kalan ve bu nedenle sözleşmesi feshedilerek meslekten atılan Elif Aybaç'ı örnek gösteren Şamiloğlu, "İş güvencesiz çalışmak ölüme terk edilmek, aç ve mesleksiz bırakılmaktır. Bunu asla kabul etmeyeceğiz" dedi.

Kopya skandalına değinen Şamiloğlu, KPSS'de soruların belli odaklara servis edildiğini söyledi, "Bu rezalet bütün merkezi sınavları tartışmalı hale getirmiştir, inceleme yapıldıkça rezaletin boyutları büyümektedir" dedi.

Eğitim-Sen Şube Başkanı, İstanbul'da derslik açığının bu yıl da giderilemediğini ifade etti, 30 kişilik sınıf ve tam gün eğitim temel alındığında bu yıl 36 bin 170 öğretmene ve 32 bin 242 dersliğe daha ihtiyaç olduğunu ve İstanbul'da derslik başına düşen öğrenci sayısının 51 olduğunu söyledi.

Öğretmen atamalarının Eğitim Fakültesi diploması ile kadrolu olarak yapılmasını isteyen Şamiloğlu, şöyle konuştu: "Okulların öğretmensiz, öğretmenlerin işsiz olduğu bir ortamda yapılması düşünülen ve ertelenen 30 bin öğretmen ataması sadece İstanbul'un öğretmen açığını karşılar. AKP hükümetinin neoliberal politikalarına karşı, eğitimi gericileştirme ve piyasaya açma çalışmalarına karşı; parasız, nitelikli, bilimsel, herkese eşit, anadilde eğitim için mücadele vermeye devam edeceğiz."(ETHA)

İstihdamın yarısı kayıtdışı


İSTANBUL (18.09.2010)-Hükümetin işsizliğe bulduğu çözüm kayıtdışı çalışmayı hortlattı. Türkiye genelinde Haziran dönemi itibariyle istihdam edilen toplam 23 milyon 488 bin kişiden 10 milyon 519 bininin sigortası bulunmuyor. Sigortasız işçi sayısı geçen yılın aynı dönemine göre 494 bin kişi artış gösterdi.

Başbakan Erdoğan'ın işsizlik oranlarının Mayıs ayında yüzde 10'a düşeceğini ifade etmesinden birkaç ay sonra TÜİK marifetiyle işsizlik oranlarında hızlı düşüşler yaşandı. Ancak işsizlik oranlarının düşmesine paralel olarak sigortasız çalışan işçi sayısında ise patlama yaşandı. Türkiye genelinde herhangi bir işte çalışanların yarıya yakını güvenceden yoksun.

10 milyon 519 bin kayıtdışı

İşsizlik oranının yüzde 10.5 gerilediği Haziran döneminde istihdam edilen toplam 23 milyon 488 bin kişiden 10 milyon 519 binin kayıtdışı olduğu ve bunların sosyal güvencesinin bulunmadığı belirlendi. Haziran ayı itibariyle son bir yıllık dönemde kayıtdışı istihdam oranı geçen yılın aynı dönemine göre 0.9 puan azalışla yüzde 44.8'e gerilese de kayıtdışı çalışan sayısında 494 bin kişilik bir artış yaşandı.

Kayıtdışı çalışan kadın

Türkiye genelinde istihdam edilen 23 milyon 488 bin kişiden 6 milyon 883 binini kadınlar oluşturuyor. 6 milyon 883 çalışan kadının 4 milyon 175 bini ise kayıtdışı. Bunun oransal karşılığı yüzde 60.7. Ayrıca Haziran'da son bir yıllık dönemde istihdam edilen kadın sayısı 627 bin kişilik artış gösterirken, aynı dönemde kadın istihdamındaki kayıtdışı sayısı da 380 bin kişi arttı.

Kayıtdışı çalışan erkek istihdamında artış ise 113 bin kişi oldu. 16 milyon 605 bin erkek çalışanın 6 milyon 344 binini kayıtdışı çalışanlar oluşturdu. Böylece Haziran itibariyle geçen yılın aynı dönemine göre erkek istihdamında kayıtdışılık oranı 1.5 puan gerilemeyle yüzde 38.2 oldu.

Güvencesiz çalışanlar arttı

Haziran 2009'da yüzde 45.7 olan kayıtdışı istihdam oranı 2010 yılının aynı döneminde 0.9 puanlık azalışa yüzde 44.8'e indi. Haziran itibariyle son bir yıllık dönemde kayıtdışı çalışanların sayısında 494 bin kişilik bir artış yaşandı. Kayıtdışı istihdam Mayıs ayına oranla 1.2 puanlık, bir önceki aya göre 494 bin kişi arttı.

Aile işçilerinin yüzde 92.3'ü kayıtdışı

Bu dönemde kendi hesabına çalışan 4 milyon 648 bin kişiden yüzde 68.2'si kayıtdışı istihdam etti. Ancak kayıt dışı "çalışanlar" içinde en büyük grubu ücretsiz aile işçileri oluşturdu. Büyük bölümü tarım kesiminde bulunan ve standart bir istihdamdan farklı olarak tarım ya da ticaretle uğraşan ailesine yardım eden bu kişilerin toplam sayısı 3 milyon 490 bin kişi. Bunların yaklaşık yüzde 92.3'ü oranındaki 3 milyon 220 bininin sosyal güvenlik sistemine kayıtlı olmadığı görüldü.

Mahle Mopisan'da işe geri dönüşler başlıyor

İSTANBUL (18.09.2010)- Mahle Mopisan'da Birleşik Metal-İş Sendikası'na üye oldukları için işten atılan işçilerin işe iade davaları sonuçlanmaya başladı.

Birleşik Metal-İş üyesi 5 işçi İzmir’de açılan işe iade davasını kazandı. Konya’da ise yine beş sendikalı işçinin davası karar aşamasına geldi.

Sendikadan yapılan açıklamada, "Böylece yargı, örgütlenme sürecinde işçilerin sendikalaşma hakkına yönelik ihlali tespit etmiş oldu" denildi.

Her iki işyerinde de iş barışının sağlanması, işçilerin güven içinde çalışmaya devam edebilmeleri açısından işten atılan işçilerin işbaşı yapmalarının zorunlu olduğunu belirtilen Birleşik Metal-İş Sendikası açıklamasında, "Unutmayalım! Atılan işçilerin işbaşı yapması tüm Mahle çalışanlarının yararına olacaktır" denildi. (ETHA)
Return top