RSS FEED

Sayfalar

Tutuklu Halkevcilere ve Kolektifçilere Eskişehir'den destek



Samsun’da 1 Haziran’da sabaha karşı yapılan polis operasyonuyla gözaltına alınarak tutuklanan ve içlerinde Halkevi Şube yöneticilerinin de bulunduğu 5 kişinin 21 Eylül günü yapılacak davası öncesinde Eskişehir’de bir destek açıklaması yapıldı

Eskişehir Halkevleri, tutuklu 5 kişiye destek olmak için, kent muhalefetinin de desteğiyle Eskişehir Halkevi'nde 19 Eylül Pazar günü bir basın toplantısı gerçekleştirdi. Eskişehir Halkevleri adına basın açıklamasını Eskişehir Halkevi Şube Sekreteri Refik Günel okudu.

Günel yaptığı açıklamada “Yakın dönemde yaşadığımız referandum sürecinde Tayyip Erdoğan sıkça demokrasi ve özgürlükten bahsetmiş ancak bu demokrasi oyununda kurallar eşitlikçi, demokratik, özgürlükçü olmamıştır.Öyle ki Tayyip Erdoğan idam edilenleri anıp ağlayarak ‘darbecilerle hesaplaşma’ yoluna giderken, onları ananları terörist olmakla suçlamaktadır. Samsun’da Halkevi üye ve yöneticilerinin yaşadığı saldırı ülkemizde tüm muhalif unsurların, halkın haklarını savunanların karşı karşıya olduğu tehdidi gösteriyor.Bu ülkede bir anda, haklarını savunmak için örgütlenen “terör örgütü üyesi”, AKP’ye muhalefet eden “terörist” ilan edilebiliyor.AKP’nin 12 Eylül’le hesaplaşma söyleminin, “demokrasi ve özgürlük” savunuculuğunun yalan olduğu sadece Samsun’da Halkevleri üyelerine dönük operasyonla dahi gözler önüne seriliyor” dedi.

Günel’in açıklaması “Samsun’da yapılan operasyonla tutuklananların özgürlüğünü kazanmak için verilecek mücadele; Karadeniz’i karartmayacağız diyenlerin; bu ülkede demokrasinin sadece iktidarı elinde tutanların dilindeki bir yalana; özgürlüğün yalnız sermayenin sömürü ve talan özgürlüğüne dönüşmesine izin vermeyecek olanların ortak mücadelesidir. Tüm Eskişehir Halkını, basınımızı ve değerli dostlarımızı bu ‘dava’ ya sahip çıkmaya çağırıyoruz.” Sözleriyle sona erdi.

21 Eylül’de dava için Ankara’ya gidecekler
Halkevlerinin açıklamasının ardından Öğrenci Kolektifleri adına Ali Emre Mazlumoğlu bir konuşma gerçekleştirdi. Yaptığı konuşmada “yıllardan beri parasız eğitim mücadelemiz AKP tarafından ‘terör’ olarak yaftalanmak isteniyor. İşte bu AKP’nin ‘demokrasi’ yalanını en açık şekliyle bize gösteriyor. Biz 21 Eylülde Ankara Adliyesi’ne bütün üniversitelilerin sesini taşıyarak, mücadelemize sahip çıktığımızı bir kez daha herkese göstereceğiz.

Açıklamaların ardından Eskişehir kent muhalefeti, parti ve sendika temsilcileri tutuklu bulunanlara destek mesajları gönderdi.

Eskişehir Eğitim-Sen Şube Sekreteri İsmail Kara, toplumsal muhalefete yapılan saldırıların yoğunlaştığını, özellikle Halkevlerine yapılan bu saldırının birlikte göğüslenmesi gerektiği söyledi. Şimdi olduğu gibi bundan sonrada Halkevleri ile dayanışma içerisinde olacaklarını belirten Kara konuşmasını bitirdi.

Eskişehir Emekli-Sen Şube Başkanı Suat Başaraner, Samsun’un özel bir yerde durduğunu belirtti. Sadece Halkevlerine değil sınıf mücadelesi veren bir çok kuruma saldırıların arttığını söyleyen Başaraner konuşmasının sonunda ortak mücadelenin büyütülmesine gerektiğinin altını çizdi.

Eskişehir ÖDP il başkanı Mustafa Önçler, “bugünde, bundan sonrada yapılan bu tip saldırılara karşı Halkevlerinin yanında olmaya devam edeceğiz. Aslında bu saldırıların ardından AKP’nin ne kadar demokratik olduğunu görebiliyoruz ve ‘Yetmez Ama Evet’ diyen AKP’nin demokrasisine bel bağlayanlarında ne kadar demokrat bir AKP olduğunu görmeleri için bir fırsattır” dedi. Önçler birlikte mücadeleyi yükseltmek gerektiğini belirterek konuşmasını sona erdirdi.

Eskişehir TKP il Başkanı Oktay Yolsever “Halkevlerine yapılan bu saldırının sadece Halkevlerine yapılmış olarak görmüyoruz. Yapılan bu saldırı bütün AKP karşıtı muhalefete yapılmış bir saldırıdır. Bu yüzden yapılan bu saldırıyı kınıyoruz. Yapılan bu saldırıyı kınıyoruz. Referandum sürecinde olduğu gibi bu tip saldırlara karşı omuz omuza göğüs germemiz gerekli” dedi.

Eskişehir EMEP il başkanı Hüseyin Öge ise halkevlerine ve Halkevleri Yöneticilerine yapılan bu saldırıyı kınadığını ve bu saldırılara karşı devrimcilere, demokratlara, yurtseverlere büyük görevlerin düştüğünü belirtti. “Referandumun ardından görüldüğü üzere bizlere düşen görev Emek ve Demokrasi güçleri olarak bir arada mücadeleye devam etmektir.” Diyen Öge konuşmasını sonlandırdı.

Eskişehir EHP il başkanı Can Çoksöyler Sosyalist cepheye saldırıların ve tutuklamaların arttığını ve yapılan bu saldırıların ve suçlamaların anlam verilemeyen şeyler olduğunu, sosyalistlerin verdiği mücadelenin bir terör eylemi gibi gösterilmeye çalıştığını konuşmasında belirtti. Çoksöyler konuşmasının sonunda yapılan bu saldırıyı kınadığını söyledi.

Eskişehir TBİP il başkanı Hasan Yılmaz yapılan saldırıyı kınadığını ve 12 eylülde çıkan evetle beraber bu tip saldırıların artacağının görüldüğünü söyledi. AKP’nin yalan demokrasisine karşı halkın çıkarlarını savunan bir anayasa mücadelesi için birlikte mücadele etmenin gerekliliğini söyleyen Yılmaz konuşmasını sona erdirdi.

Basın toplanısında söz alan Eskişehirliler, mahkemeye giderek tutuklu Halkevleri ve Öğrenci Kolektifleri üyelerine destek olacaklarını açıkladılar;

Sedat Çakır(Gültepe Halkevi yönetim kurulu yedek üyesi-işçi): Samsun ‘da tutuklanan Halkevi üyelerinin koşulsuz salıverilmesini ayrıca kendilerinden özür dilenmesini istiyorum. Neden mi? Halkın haklarını savunmak demokrasi ve özgürlüklerden yana taraf olmak suç değildir teşekkür gerektirir. AKP’nin baskı ve zoru, gözaltı ve tutuklamaları Halkevleri’nin mücadelesini engelleyemez.

H. Cahit DOĞAN (Emekli-Sen Örgütlenme Sekreteri):
Halkın aydınlanmasında öncü güç olan Halkevleri üyelerine yapılan baskı ve tutumları protesto eder tutuklu arkadaşlarla aydınlık günlerde buluşmak dileğiyle.

Öztekin Kıpçak(Eskişehir Halkevi Üst Kurul Üyesi):
Halkın demokrasi ve hak mücadeleleri savunucularının her zaman yanında olacağız.

İlhan Karataş(Eskişehir Halkevi Üyesi):
Tutuklu bulunan Halkevci arkadaşları Sevgi ve Saygıyla selamlıyorum. Barış ve kardeşlik mücadelesinde, emek ve sınıf mücadelesinde yılmadan mücadele eden ve bu yüzden tutuklanan arkadaşlarımızın yolu yolumuzdur. Bu saldırıyı kınıyorum

Dursun Tanrıverdi (Halkevi üyesi):
Yaşananlar AKP Faşizminin ta kendisidir. Bizler halkın hakları mücadelesinde faşizme ve bütün baskılara karşı omuz omuza mücadele etmeye devam edeceğiz. AKP’yi ve İktidarına karşı yaşasın Halkın Hakları Mücademiz.

Loç'a devlet taarruzu

Hidroelektrik santral yapılmak istenen Loç Vadisi’nde, jandarma köy muhtarını tehdit ederek Loç’un dünyayla iletişimini kesti

Loç Vadisi’nde jandarma köy muhtarı Mehmet Kara’yı çağırarak, HES karşıtlarıyla görüşmemeleri yönünde tehdit etti. Jandarmanın tehdidi sonrası köyün telefon ve elektriği de kesildi.

Köylüler elektrik kablolarının HES inşaatı yapımında kullanılan iş makineleriyle koparıldığını belirtiyor.

Arbedede bir köylü yaralandı
Ayrıca bugün HES yapımını üstlenen ORYA Enerji çalışanlarıyla köylüler arasında arbede çıktı. Arbedeye, köylülerin HES’e karşı tepkisine tahammül edemeyen şirket yetkililerinin saldırısının sebep olduğu belirtiliyor. Çıkan arbedede Loç Vadisi’ne destek için gelen bir çevre aktivisti gözünden darbe alırken, Karakadı Köyü’nden Abdurrahman Karabacak da yaralandı. Karabacak, Kastamonu Devlet Hastanesi’ne kaldırıldı.

Köy halkının Loç Vadisi’ne santral yapılmasına karşı eylemleri sürüyor.

Sıradan pisliğin iktidarı –Çiğdem Çidamlı

Büyük yalan kampanyası bitti. Dağı taşı, TV programlarını yalanlarla doldurma çalışmalarına şimdilik ara verildi. Yalan, bu ülkenin onurlu sosyalistleri tarafından kısmen etkisiz kılınsa da, sonuç verdi: AKP, referandumdan “gericilik ittifakını” yenileyerek çıktı. Hayatımızın yeniden biçimlendirilmesinde “kurucu” bir rol üstelenecek olan bu ittifakın yalanları belki birkaç aylığına, seçimlere kadar, sokaklarda pis pis yüzümüze sırıtmayacak. Ama son bir aydır sokakları dolduran “gerici pislik”, toplumsal hayatın her alanında, en kuytu ev içlerinde yankılanmaya, çoğaltılmaya devam edilecek. Ve kadınlar bu sıradan gerici pisliğin kurbanları, taşıyıcıları ve düşmanları olmayı sürdürecek.

Yenilenen gericilik ittifakı bu düzenin “büyük ağabeylerine”; büyük sermaye güçlerine, piyasacı cemaat örgütlenmelerine ve liberal medya borazanlarına yaslanıyor. Ama büyüklerinden güç alan küçük ağabeyler; ortalama gerici, muhafazakâr, ırkçı ve cinsiyetçi “erkeklik” ve bu erkekliğin hâkimiyeti altında kurulan kadınlık, bu ittifakı her seferinde yeniden üreten en sağlam tutkallardan birisi olmayı sürdürüyor. Kuşku duyan varsa “Orta Anadolu gericiliğinin” tipik sosyal kişiliğini incelesin.

Anayasa paketinin “kadınlarla ve diğer zayıf sosyal katmanlarla” ilgili 10. maddesi, hâkimiyet alanı Orta Anadolu illeriyle sınırlı olmayan bu tipik gerici erkekliğin anayasal iktidarını simgelemektedir. AKP’nin başarısı büyük sermayenin saldırı programını iktidara taşırken, sömürü ve egemenlik ilişkilerinden beslenen sınıfsal, ulusal ve cinsiyetçi gerici düşünme biçimlerinin sıradan ve yaygın düşünsel iktidarından yararlanabilme becerisindedir. “AKP’nin yalanı”, basit yalan değildir; gerçeğin, sıradan gerici düşünme biçimleri tarafından ters yüz edilmesi ve yalanın egemenlik ilişkilerinin doğrusu haline getirilmesidir. Bu yüzden “AKP’nin yalanı, sermayenin talanına” en iyi biçimde hizmet edebilmektedir.

Bu yalan, Anayasanın kadınlarla ilgili 10. maddesinde karşımıza “pozitif ayrımcılığın” ezilen sınıflar ve katmanlar için dönüştürücü politik anlamının altını oyan bir kadın düşmanlığı olarak çıktı. Başbakanın “kadınlara özel ayrımcılık” vaat ederken çemkirdiği, “kadın erkek eşitliğine inanmıyorum” sözlerini bizler şahsın boşboğazlıklarından birisi saydıysak da, kişisel olarak beni durumun gerçeğine uyandıran, pazarda kadın bildirisi dağıtırken aynı sözlerle çemkiren pazarcı esnafı oldu. “Kadın-erkek eşitliğine inanmayanların anayasasına Hayır” diye bağıran bir grup kadının yüzüne “Ben de kadın-erkek eşitliğine inanmıyorum ama anneme-karıma çok iyi davranıyorum” diye bağıran delikanlı tezgâhçı başbakanı taklit etmiyordu. Tersine pazarcıya kendisini iktidara taşınmış hissi veren, başbakanın ağzından yankılanan sıradan gerici fikirlerinin iktidarıydı.

Bu gerici ittifak, 13 Eylül günü, kadın düşmanlığının en yenilenmiş biçimine anayasal iktidar bahşetmiştir. Anayasanın 10. maddesi, bunu, pozitif ayrımcılık ilkesinin bütün ilerici anlamını ters yüz edip yalana dönüştürerek becermiştir.

“Pozitif ayrımcılık”, insani varlıkları bakımından eşit olan ancak sınıfsal, ulusal ya da cinsiyetçi egemenlik biçimleri yüzünden tarihsel olarak ikincil ve ezilen cins, ulus ya da sınıf, yani iktidar sahiplerinden “aşağı insanlar” durumuna düşürülmüş olan insanların durumunda köklü bir dönüşüm yaratabilmenin politik aracıdır. Tüm iktidarı ezilenlerin ellerine vermeyi öngören “proletarya diktatörlüğü” bu yüzden “pozitif ayrımcılık” ilkesinin en ileri ve ilerici tarihsel biçimidir. Şimdi ise tarihsel olarak kadın mücadelesinin en önemli politik araçlarından birisi olan bu ilke, “fıtrat gereği erkeklerle asla eşit olmayacak olan aşağı kadın cinsine şefaat göstermenin” anayasal aracına dönüştürülmüştür. Pozitif ayrımcılığı ezilenlerin eşitlik mücadelesinin ilerici bir politik mücadele aracı olmaktan çıkartıp tersine eşitsizliği teyit eden gerici bir iktidar aracına dönüştüren bu “yalana” evet diyen ya da açıkça hayır diyemeyen “kadın örgütlerine” kutlu olsun! Sıradan pisliğin iktidarını onayladınız.

Anayasal iktidarı sağlamlaştırılan yeni kadın düşmanlığının emekçi düşmanlığının özgün bir biçimi olduğu görülmelidir. “Asla eşit olamayacaklara açılan şefaat kapısı” şimdilik, iktidarın yoksul siyasetinin göbeğindeki kadınlara odaklansa da, 10. Madde emekle sermaye arasında yaratılmak istenen yeni politik ilişkilerin ön modelini içermektedir. “Kadınlar, yoksullar, güvencesizler, engelliler” yani piyasacı İslam’ın seçilmiş kullarıyla asla eşit olamayacak “toplumsal artıkları” eşitlik mücadelesinden vazgeçirip şefaat kapısına kıstırmayı hedefleyen gerici pislik cephesi kendisini İslamcı sendikalarıyla, liberal stk’larıya, DB’ci hayır kurumlarıyla inşa etmektedir. Kadınlar cinslerini ezeli eşitsizliğe mahkûm etmeye çalışan bu kadın düşmanlığı cephesini yaran öncü-militan kollardan biri haline gelmenin hazırlıklarını yoğunlaştırmalıdır.

Halkevleri'nden duruşmaya çağrı

İktidar anayasa değişikliği ile ileri demokrasiye geçildiğini iddia ederken Samsun’da 1 Haziran’da tutuklanan Halkevi ve Öğrenci Kolektifi üyeleri 12 Eylül günlerini aratmayan bir mahkemede yargılanıyor. Davada darbe karşıtı eyleme katılmak ‘terör örgütü üyeliği’ suçlamasına delil sayıldı

Samsun’da 1 Haziran günü polisin ev baskınlarında gözaltına alınarak tutuklanan Halkevleri ve Öğrenci Kolektifleri üyesi 5 kişi 21 Eylül’de ilk duruşmasına çıkacak. Samsunluların yargılandığı davanın iddianamesi ise okuyanlara ‘deli saçması’ dedirtecek bir içeriğe sahip.

Referandum kampanyası boyunca Başbakan Erdoğan idam edilen devrimcilerin isimlerini sürekli anmış, onların mektuplarını okurken ağlamıştı. Ancak iddianameye göre Deniz Gezmiş anmasına katılmak ‘terör eylemi’ kapsamında değerlendiriliyor. Mahir Çayan’ın ise yağlı boya tablosunu evinin duvarına asmak ve kitabını bulundurmak dahi örgüt üyeliğine delil gösterilmiş.

Darbeye sadece AKP’liler karşı çıkabilir
Süleyman Demirel, Ali Sabancı ve Abdullah Gül gibi isimlerin Samsun’da protesto edilmesi iddianamede ‘terör eylemleri’ olarak yer alıyor. Daha önce bahsedilen protestolarla ilgili açılmış herhangi bir dava yok.

İddianamenin en ilginç suçlamalarından biri ise “12 Mart 1971 darbesine karşı etkinlik düzenlemek. Bilindiği gibi iktidar, darbelerle büyük bir hesaplaşma içine girdiğini sürekli iddia ederken, destekçilerine kurdurduğu “Darbelere dur de, Darbeye karşı 70 milyon adım” gibi oluşumlara darbe karşıtı eylemler yaptırıyor. Ancak AKP inisiyatifi dışında yapılan darbe karşıtlığının ‘terör suçu’ sayılması dikkat çekiyor.

Halkevleri duruşmaya çağrı yaptı
Halkevleri davayla ilgili yaptığı açıklamayla duruşmaya katılım çağrısı yaparken, “Samsun’da yapılan operasyonla tutuklanan ve haklarında dava açılan tüm Halkevi üye ve yöneticilerinin, üniversite ve lise öğrencilerinin özgürlüğünü kazanmak için verilecek mücadele; Karadeniz’i karartmayacağız diyenlerin; bu ülkede “demokrasinin” sadece iktidarı elinde tutanların dilindeki bir yalana; özgürlüğün yalnız sermayenin sömürü ve talan özgürlüğüne dönüşmesine izin vermeyecek olanların ortak mücadelesidir”dedi.

SDP il örgütlerine polis baskını

Sosyalist Demokrasi Partisi'nin (SDP) il örgütlerine bugün (21 Eylül) sabah saat 6.00'da polis tarafından operasyon düzenlendi.

İl örgütlerinde arama yapan terörle mücadele şubesi polisleri çok sayıda evrak, belge ve bilgisayara el koydu.

İstanbul'da SDP Genel Başkanı Rıdvan Turan'ın evi, SDP il ve ilçe binaları ile Toplumsal Özgürlükler Platformu (TÖP) üyelerinin evlerine baskın yapıldı.

Gerçekleştirilen baskınlarda SDP Genel Başkan Dr. Rıdvan Turan, MYK üyeleri Ecevit Piroğlu ve Ulaş Bayraktaroğlu, PM üyesi İbrahim Turgut parti üyesi Özgür Cafer Kalafat ile TÖP üyeleri Tuncay Yılmaz, Semih Aydın ve Oğuzhan Kayserilioğlu gözaltına alındı. Gözaltına alınan 8 kişi İstanbul Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şubesi'ne götürüldü. Öte yandan birçok kişi hakkında arama kararı bulunduğu ve gözaltı sayısının artabileceği bildirildi.

Laz Marks sezonu adliyede açıyor

Yılmaz Okumuş'un yazdığı, Haldun Açıksözlü'nün tiyatroya uyarladığı Laz Marks, 9 Ocak 2009’dan bu yana 187 gösteri yaptı, 55 bin seyirciye ulaştı. Söz konusu Laz Marks gibi bir politik stand-up olunca yargı da boş durmayarak, bir dava, üç soruşturmayla gösteriye müdahil oldu

Türkiye’nin ilk ve tek politik stand-up gösterisi olan Laz Marks, Ocak 2009’dan bu yana 110 bin kilometre yol yaptı, 187 gösteride 55 bin seyirciye ulaştı. Oyun hakkında çeşitli gösterimler bahane edilerek bir dava ve üç soruşturma açıldı.

Gösterilerin düzenleyicileri bu durumu “Laz Marks egemenlerin pek hoşuna gitmedi” diyerek açıklıyor. Ancak Laz Marks, sürekli salon vermeme, polisin kamera kaydı yaparak taciz etmesi, soruşturmalar açılması gibi baskılara rağmen yoluna devam ediyor.

İlk maç Rize Adliyesi’nde
Laz Marks Emice’nin ilk duruşması 28 Eylül günü Rize Adliyesi’nde yapılacak. Duruşmanın konusu “başbakana hakaret”. Ayrıca gösteri için Çorum’da Türklüğe hakaretten (301), Tunceli’de ise suçluyu ve suç örgütünü övmekten açılmış soruşturmalar var.

Laz Marks bu durumu kendi özgün diliyle şu şekilde anlatıyor; “Bacular, uşaklar bildiğiniz cibi maç sahalarımıza sürekli yeni alanlar katılmaktadır. 120’ye yakın il ve ilçenin tiyatro salonları, alanlar ve meydanlardan sonra artık adliye koridorlarında da maçlara çukacağuk. Bu maçlar deplasman sayıldığı için çok seyirci hakkımız yok. Az olan seyirci desteğine rağmen, bu maçlarda da şiarımız; oligarşinin ve işbirlikçilerinin kalelerine golleri atmak. 12 Eylül de “Demokratik A-K-P yasası” getirenler, muhalefete tahammül edemeyurlar. Onlar için tek muhalefet taraflı yayın organlarıdır. Bizde bilinmesunu isteyruk ki, herçes safını bilsin. İşçiler emekçiler kardeş, kapitalist emperyalistler kalleştir. Bizler gücümüzü Pasifik ötelerinden değil, Anadolu’nun ve Mezopotamya’nın halklarından alayruk. Ha bu yönetenler demek istiyor ki; Kürtler, Aleviler, Çingeneler, Ermeniler, Lazlar, komünistler ve diğerleri olmasa “demokrasimiz” beyaz bir sayfa gibi tertemiz kalacak ve ülkeyi yönetmek çok kolay olacak. Şunu unutmayun çi maç sahada kazanulur. Haçan cördüğünüz cibi sahaları terk etmedik maçlara devam edeyruk tabi sizlerinde desteğinizle ha bu maçlaru kazanabiluruk.”

Taylan Özgür'e Ankara'da anma


Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Metalurji ve Malzeme Mühendisliği Bölümünün devrimci öğrencilerinden Taylan Özgür katledilişinin 41. yılında Ankara Demokrasi Güçlerince anılıyor. Onca yıl geçmesine rağmen katilleri bulunup yargı önüne çıkarılmayan Taylan Özgür için Ankara’da; DİSK Ankara Bölge Temsilciliği, KESK Ankara Şubeler Platformu, Ankara Tabip Odası, TMMOB Ankara İl Koordinasyon Kurulu, ODTÜ Mezunları Derneği, Devrimci 78’liler Federasyonu ve Çankaya Belediyesi’nin katkılarıyla bir anma etkinliği düzenleniyor.

Ağırlıklı olarak sanat faaliyetini İstanbul’da sürdüren Müzik Gruplarından Ahibba ve Bandista’nın dayanışmasıyla gerçekleşecek anma 23 Eylül Perşembe günü, saat: 19:30’da, ODTÜ Mezunları Derneği Vişnelik Tesisleri’nde yapılacak. Taylan Özgür anmasında sinevizyon gösterisi, konuşmalar ve müzik dinletisi olması planlanıyor. Sanatçı Yılmaz Demiral tarafından sunulacak olan anmaya, Ankara’daki üniversitelerden katılımla birlikte ODTÜ öğrencilerinin de kitlesel olarak katılacağı belirtiliyor.

”İlk tetiği sana çektiler, sırtından kurşunladılar”
Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nde 21 yaşında bir öğrenci olan Taylan Özgür, 23 Eylül 1969 tarihinde İstanbul Üniversitesi Talebe Birliği Genel Kuruluna katılmak için bulunduğu İstanbul’un Beyazıt Meydanı'nda arkadan sıkılan bir el kurşunla katledilmişti. Taylan Özgür’ün yaşamını yitirmesiyle ilgili bir polis gözaltına alınmış, yargılanmış ve daha sonra delil yetersizliğinden beraat ederek cezaevinden salıverilmişti.

Taylan Özgür’ün aramızdan alınışının 40. yılında annesi Necla ÖZGÜR, 2009 yılında verdiği gazete ilanında TAYLAN ÖZGÜR için şu sözlerle sesleniyordu:

“İnsanı, ülkeni, güzeli sevdiğin için doğrudan, halktan, haklıdan yana başkaldıran bir yüreğe sahip olduğun için kokuşmuş düzeni sarsacak bir başkaldırının gençlik içinde filizlenip örgütleyen ülkeye yayılmasından korktukları için; Taylan Özgür bundan tam kırk yıl önce ilk tetiği Beyazıt Meydanında sana çektiler, seni sırtından kurşunladılar.

Kırk yıl içinde aynı nedenle kaç güzel, kaç yiğit insan daha faili meçhul ya da katili bilinen cinayetlerin kurbanı oldu, tam bilemiyoruz.

Ancak haklı ile haksızın, doğru ile yanlışın savaşları hiç bitmeyecek.
Haklıların, doğrudan yana savaşan yiğitlerin öldürülmesi, hakkı, doğruyu ortadan kaldırmayacak,

Bedeli çok ağır da olsa sonunda hep hak ve doğru, insanlık geçerli olacak.

Seni sevgi, özlem ve onurla kucaklıyoruz.”

Mezar başında da anma var
Cebeci Asri Mezarlığı’ndaki Taylan Özgür’ün mezarının yanında, 24 Aralık 1970`de Ankara`da Fen Fakültesi önünde faşistlerce katledilen devrimci öğrenci Nail Karaçam yatıyor. Taylan Özgür'ün arkadaşları Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan, 6 Mayıs 1972’de idam edilmiş ve vasiyetlerinde Taylan Özgür'ün yanına gömülmelerini istemişlerdi. Bu vasiyete istinaden Taylan Özgür'ün yanındaki 3 mezar yeri de satın alınmıştı. Ancak Denizlerin vasiyeti bu güne dek yerine getirilebilmiş değil.

Taylan Özgür’ün aramızdan alınışının her yıldönümünde, Devrimci 78’liler Federasyonu ve 68’liler Dayanışma Derneği’nce Ankara’daki mezarı başında ortak anma gerçekleştiriliyor. Bu yıl da yine 23 Eylül’de, Devrimci 78’liler Federasyonu ve 68’liler Dayanışma Derneği, saat 12.30’da Taylan Özgür’ün mezarı başında anma yapacaklarını belirtiyorlar.

''Solun dostu'' liberaller-Kemal Okuyan(soL Haber)

Referandum bitti, saldırıları bitmedi. Büyük gazetelere postu sermiş bir grup yazar Türkiye solcusuna hitap etmeye devam ediyor. Akıl vermeye kalkan da mevcut, dalga geçen de, hakaretten vazgeçmeyen de…
Aralarında islamcısı var, muhafazakarı var, hedonisti var, solcu eskisi var, düpedüz satılmışı var, var da var.
Hepsine liberal diyemiyoruz ama sol üzerine kalem oynatırken, en tutucusu bile liberali oynuyor, bu işine geliyor, başka türlü etki uyandıramayacağını biliyor.
Demek ki, solun 12 Eylül'den bu yana nasıl bir liberal kuşatma altında olduğunu, bu kuşatma karşısında zaman zaman nasıl direncini yitirdiğini kavramışlar. Tam saha baskı uyguluyor, zaman zaman huruç harekatı düzenliyor, kimi durumlarda ise düpedüz cemaat planlamasına yaslanıyorlar.
Aslında işleri sola şekil vermek filan değil, solu yok etmek!
Amaçları ne?
Amaçları, olgunlaşmakta olan Türkiye dizaynının parçası haline gelmeyi reddeden herhangi bir siyasi unsur kalmaması. O dizayna ulaşıldıktan sonra hâlâ hali kalan varsa, istediğini yapabilir, dilediği görüşü savunabilir! Genel olarak solu bıraktım, sabah akşam Stalinci, Maocu, falancı, filancı diye yaftaladıklarına bile gün geliyor "yeni Türkiye" size de yarayacak, tutuklanma korkusu duymadan var olma hakkı kazanacaksınız, gibisinden sesleniyorlar. Folklorik bir öge olarak! Bir ayrıntı, bir kenar süsü, bir zenginlik olarak… Öteki bile olamayarak! O zaman Engin arada anılarını bile paylaşır, Hadi Maocularla kaynatabilir, Ergun "ne günlerdi onlar" diyerek eski yol arkadaşlarını yad edebilir, Kekeç "zamanında hakkını yedik kerataların" diye empati geliştirebilir. Ama önce bitirmeleri gerek solu.
Peki solu neden bu kadar önemsiyorlar?
Önemsiyorlar çünkü, aynı aileden geldikleri CHP'nin, MHP'nin bu yeni dizayn karşısındaki isteksizlik ya da ayak diremelerinin halledileceğini, halledilmekte olduğunu görüyorlar. Mesele yalnızca düzen içi partilerin ideolojik-siyasal akrabalığı ve arkalarına yaslandıkları sınıfsal gerçeklikle ilgili değil. Burjuva siyasetinde bağlı bulunduğu, temsil ettiği sınıfın ve bu sınıfın içinde yer aldığı uluslararası tablonun gereklerini yerine getirmeyenler kolay elimine edilirler.
"Yeni Türkiye"ye itirazı tutarlı olanlar, ve itirazını geri çekmeyecekler yıllardır "başka bir Türkiye" için kavga edenlerdir. Sosyalist Türkiye hedefi AKP iktidarından sonra icat edilmedi, AKP'de cisimleşen "Yeni Türkiye" süreci, sosyalizm için mücadeleye yeni ve aciliyeti olan yükler bindirdi, öte yandan süreç sosyalist bir perspektif olmaksızın engellenemeyeceğini her gün kanıtlaya kanıtlaya yol aldı.
Anlayacağınız, "Yeni Türkiye"yi kabullenmeyecek, hiçbir biçimde buna onay vermeyecek olanları bitirmektir dertleri.
Madrabazlıklarını, düşünsel zayıflıklarını açık ettikleri için de soldan nefret ediyorlar hiç kuşkusuz. Bir bölümü aldıkları paraları hak etmek için geçmişiyle sonu gelmez bir hesaplaşma içinde olmak zorunda hissediyor kendini, kimi örneklerde ise vicdan kırıntılarını bastırmak için kin saçıyorlar. Ama bütün bunlar psikolojiyle ilgili, kimse ruh sağlıklarını korusun diye birilerini maaşa bağlamaz, şan-şöhret sahibi yapmaz.
Bunlarla nasıl mücadele edilmeli?
Tam saha baskı bizim de tercihimiz olmalı. Kazandıkları tüm "zafer"lere karşın, örselenmiş, zayıf düşmüş ve yorulmuş durumdalar. En önemlisi, sözünü ettiğimiz sola ilişkin misyonlarında bir bozgun olmasa da hayal kırıklığı yaşıyorlar.
Baskı altına alınmalılar.
Ama hangileri?
Küfürbazlıkları, projeye bağlılık değil bağımlılık göstermeleri, kalitesizlikleri nedeniyle solu hiç etkilemeyen, en fazla kimi solcuların pişkin olmamasından yararlanarak onları sinirlendiren kesim midir özel dikkat gösterilmesi gereken, yoksa paratoner gibi tepkiyi üzerine çeken bu güruh sayesinde, işini daha rahat gören uyanıklar mı?
Sanırım ikinci grubu, dürüst, sola açık aydınlardan ayıklayarak, deşifre etme, etkisiz kılma zamanı geldi.
Bu grubun en önemli özelliği "Yeni Türkiye"nin salt bir AKP projesi olmasından çekinmesi, dahası cemaatin projenin motor gücü olmasından rahatsızlık duyması, onlarla beraber CHP'nin ve solun projeye sahip çıkmasının daha dengeli bir sonuç vereceğine inanmasıdır.
Dolayısıyla AKP'nin açtığı kanaldan fazlasıyla hoşnut olmalarına karşın, AKP'cilik yapmaz, "gerçek bir sosyal demokrasi ve sol olsa da Erdoğan ve arkadaşlarını hizaya getirse" diye düşünürler. Çeşitli tarihsel nedenlerle Türkiye'de değişimi dindar-muhafazakar bir ideolojinin başlattığını, bunun sivil örgütlenme ayağını cemaatlerin oluşturduğunu ama zaman içinde daha farklı ideolojik ve siyasal geleneklerin sürece entegre olmasını isterler.
AKP yalnız bırakılmamalıdır, CHP bu yola girmelidir, sol da üzerine düşeni yapıp bir yerinden tutmalıdır.
Bunlar Türkiye solunun "dostları" olarak bilinirler. Okunurlar, gün olur destekçi olurlar, etkinliklerde konuşma dahi yaparlar, hatta bazı noktalarda solun "aydın" gereksinimini karşılarlar.
En büyük meşruiyet kaynakları milliyetçi, ulusalcı zırvalardır. Kürt düşmanlığını, asker tapınıcılığını ustalıkla kendi konumları için mazeret haline getirir, "eski Tükiye"nin alternatifi değil de doğal uzantısı olan "yeni Türkiye"yi bu şekilde anlamlandırırlar.
"Yeni Türkiye"yi AKP'ye bırakmayın demektedirler.
Yüzde 58'i AKP'ye bırakmayın da bunların lafıdır.
Neden? "Yüzde 42'de milliyetçilik var, darbecilik var, orta sınıf tahakkümü var, beyaz Türk şovenizmi var!"
Hiçbir dönemde emekçi sınıflarda etkili olamamış liberalizmin sözcüsü olarak bu "orta sınıf" edebiyatını neden benimsediler?
Neden Ege'nin hızla yoksullaşan köylüsünü, Dersim'in çilelisini, "hayır"a meyleden Çukurova'nın işsizini, İstanbul'un kentlileşen işçisinin, dört bir yana dağılan Alevi emekçisini "orta sınıf" diye damgalamaya karar verdiler?
Türkiye solcusuna dönüp "salaksınız siz, asıl muhatabınız yüzde 58" diye öğüt verirken neden kemikleşmesine hizmet ettikleri gerici ideolojilerin nasıl kırılacağına ilişkin bir çift söz etmiyorlar?
Ediyorlar.
"'Yeni Türkiye'yi kabullenin, onu AKP'nin tekelinden çıkarın, yüzde 58'e giriş yapın"!
O halde bu hafta bütün bunlara daha da ayrıntısıyla girmemiz gerekecek. Yüzde 42'yi bekleyen tehlikeleri, yüzde 58'e gerçekte nasıl hitap edilebileceğini, solun içine dönük müdahalede "solun dostları"nın nasıl bir işlev üstlendiklerini ve onlarla mücadeleyi tartışacağız.
(Bu tartışmalara dün başlayamadık; aşırı yoğun geçen bir haftasonundan sonra tembellik hakkımı kullanmam gerekti. Cumartesi ya da pazar telafi ederiz umarım.)

SDP'ye baskın: Genel Başkan gözaltında

Sosyalist Demokrasi Partisi ve Toplumsal Özgürlük Platformu'na operasyon düzenlendi. SDP Genel Başkanı ve 2 MYK üyesinin de aralarında olduğu 7 kişi gözaltına alındı. Baskınlar bugün Galatasaray'da protesto edilecek.


İstanbul Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şubesi, sabah saatlerinde SDP ile Toplum Özgürlük Platformu üyelerinin evlerine ve SDP bürolarına baskın düzenledi. Baskında toplam 7 kişi gözaltına alındı. Sosyalist Demokrasi Partisi (SDP) İstanbul İl Başkanlığı ve Kadıköy İlçe örgütlerine sabah saat 05.00 sıralarında polis tarafından eş zamanlı baskın düzenlendi. Ayrıca SDP Genel Başkanı Rıdvan Turan, MYK üyeleri Ecevit Piroğlu ve Ulaş Bayrattaroğlu ile parti üyesi Özgür Cafer Kalafat'ın evleri de basıldı. Polis, parti binası ve evlerde saatlerce arama yaptıktan sonra, SDP Başkanı Turan ile diğer 3 partiliyi gözaltına aldı.
Aynı saatlerde Toplumsal Özgürlük Platformu üyelerinin evlerine de baskın düzenlendi. Oğuzhan Kayserili, Tuncay Yılmaz ve Semih Aydın gözaltına alındı.
Baskına ilişkin ETHA'ya bilgi veren SDP yöneticileri, polisin parti binasını talan ettiğini, bilgisayar ve Notebooklara el koyduğunu bildirdi.
SDP, baskınlara karşı bugün saat 12.30'da Galatasaray Meydanı'nda basın açıklaması yapacak.

Protestoyu helikopterle bastırdılar

Bu sıralarda Stuttgartlıların gündeminde Stuttgart 21 projesine karşı geliştirilen protesto gösterileri var. Protesto eylemlerinin yanı sıra, çevrecilere karşı kentte polis, operasyonlar da düzenleniyor. Dün akşam saatlerinde ise helikopterlerinde kullanıldığı bir operasyon düzenlendi. Yaklaşık olarak 12 seneden beri planlanan ama şimdiye kadar hayata geçmeyen proje, 2010 şubatında startını aldı. Yeşiller partisi, Sol parti, MLPD ve SÖS çevrecilerin yanısıra çok sayıda STÖ’nün şiddetle karşı çıktığı proje, SPD’nin şimdiye kadar tarafsız tutum sergilemesine karşı, FDP ve CDU tarafından, bu sene hayata geçirilmeye başlandı. Bu projeyle, şimdiye kadar tek yönlü olan merkezi Stuttgart istasyonu, yıkılarak, çift yönlü kullanılır hale getirilmek isteniyor. Milyarlarca Euro’nun harcanacağı bu proje, aynı zamanda doğayı da olumsuz etkileyecek. Stuttgart’dan Ulm şehrine kadar geçtiği yol boyunca binlerce ağacın kesilmesine de neden olacak.

Yalnız Stuttgart’daki Schlossgarten’da 280 yüzyıllık ağacın kesilmesine neden olacak. Bu yüzden, yüzlerce çevreci günlerdir, kurdukları çadırlarda kalarak, 24 saatlik nöbetle eylemde bulunuyor. Pazartesiyi salıya bağlayan gece, 50 kişiden oluşan polis gücü nöbet tutan proje karşıtlarını bölgeden uzaklaştırmak için operasyon düzenledi. Kendilerini ‘Robin Wood’ diye adlandıran protestocular, ağaçlara çıkarak, polise karşı koydu. Bunun üzerine polis, protestocuları ağaçlardan indirmek için, helikopter yardımı getirdi. 4 saat süren operasyon süresinde protestocuları destekleyen yüzlerce kişi Schlossgarten’a geldi. 4 saat sonra, helikopter yardımıyla, ağaçlardan indirilen protestocular, polisler tarafından olay yerinden taşınarak uzaklaştırıldı.

Yıkıma fiili olarak karşı koyuyorlar

28 Şubat’dan beri her Pazartesi günü yürütülen miting ve protesto yürüyüşü, 6 eylül Pazartesi günü, istasyonun kuzey yönündeki yıkım çalışmalarının başlaması üzerine, yoğun protesto ve karşı koymalara neden oldu. Sabahın erken saatlerinde, çevre köylerden gelen traktörler, yıkım araçlarının çalışmalarını önlemek için, oluşturdukları konvoylarla istasyonun kuzey cephesini işgal etti. Kendilerini zincirlerle yıkım yerine bağlayan protestocuları, polis saatlerce müdahale ederek, taşımak yöntemiyle olay yerinden uzaklaştırdı. Akşama doğru, saat 16 civarında toplanan 100 bine yakın protestocunun eylemi neticesi, yıkımlara kısmen ara verilmek zorunda kalındı. Göstericiler, cuma günü akşam saat 19:00’da Rotebühlplatz’da CDU ve SPD parti binalarının bulunduğu yerde barış zinciri oluşturarak, ardında Schlossplatz’da miting düzenleyecek.


yeni özgür politika

Polis şiddetine karşı kampanya

İsveç’te 19 Eylül’de yapılacak olan genel seçimler öncesi bir grup kadın, polis şiddetine dikkat çekmek amacıyla bir kampanya düzenledi.

Gazetelere tartışma yazıları göndererek, imza kampanyaları açarak, meydanlara çıkıp gösteriler yaparak özellikle polislerin kadınlara yönelik şiddetine karşı önlem alınması talep ediliyor. Geçtiğimiz hafta Stockholm’de parlamento binası önünde gösteri yapan kadınlar eylemlerini bu hafta da Emniyet Genel Müdürlüğü önünde sürdürüyor. Ellerinde polis şiddetinin son bulması ve sanık polislerin yargı karşısına çıkarılmasını talep eden pankratlar taşıyan kadınlar önümüzdeki hafta da şehrin merkezindeki Sergel Meydanı’nda bir gösteri düzenleyecek. Kadınlar ayrıca polis şiddetinin son bulması ve suçlu polislerin cezalandırılması için bir imza kampanyası da başlattı.

Lena şiddet gördü, kampanya başlattı

Lena, polis olan eşinin şiddet ve tecavüzüne uğradığı için polise bildirimde bulundu. Aradan 2 yıla yakın bir süre geçmesine karşın soruşturma halen sonuçlanmadığı gibi eşi polis olarak görevini sürdürüyor. Eşinin misillemesinden korktuğu için gizli bir şekilde yaşayan Lena, polislerin şiddetine karşı etkinlikler yapmayı kararlaştırdı. Bunun için de polis şiddetine uğrayan diğer kadınlarla ilişkiye geçti. Örgütlenmeye giden kadınlar polise yönelik suçlamaların polisler tarafından değil oluşturulacak bağımsız bir örgütlenme ve kurum tarafından ele alınıp soruşturmasını talep ediyor.

Çalışmalara sadece polis şiddetine uğrayan kadınlar değil kadın sorunlarıyla ilgilenen kurumlarda çalışan kadınlar da katılıyorlar. Kerstin Akeri, uzun yıllardır erkek şiddetine uğrayan kadınlara yardım eden kuruluşlarla çalışıyor. Bugüne dek hiçbir polisin kadınlara şiddet uğradığı için mahkum edildiğine veya görevden uzaklaştırıldığına tanık olmadığını söylüyor. Polis şiddeti sadece kadınlar değil toplumun değişik kesimleri tarafından tartışılıyor ve önlemler alınması isteniyor.

Polis, polisi aklıyor

Göteborg Üniversitesi’nde hukuk profesörü olarak görev yapan Dennis Töllborg ise polisin şiddet uyguladığı ölümle sonuçlanan soruşturmaları araştırdı. Soruşturmaların uzun sürdüğü, suç işleyen polislerin soruşturmalarının polisler tarafından yürütüldüğü için polislerin aklanmaları ile sonuçlandığını belirledi. Töllberg soruşturmaların polisler değil oluşturulacak bağımsız örgütlenmeler tarafından yapılmasını ve soruşturma sürecinde polislerin görevlerinden alınmalarını öneriyor.



YENİ ÖZGÜR POLİTİKA

Yeni Dalga'nın Öncüsü Claude Chabrol Öldü


Fransa ve dünya sinemasının devrimci öncülerinden Claude Chabrol, Paris'te 80 yaşında aramızdan ayrıldı. Fransız burjuvazisinin iki yüzlülük ve kokuşmuşluğunu sergilediği filmlerinin ilki "Le Beau Serge" Yeni Dalga'nın manifestosu sayılıyordu.

Sinemada Yeni Dalga akımının öncülerinden Claude Chabrol, bugün (Pazar) 80 yaşında hayata veda etti. Chabrol'un ölüm nedeniyle ilgili henüz bir açıklama yapılmadı.
1950'ler ve 60'larda sinemada devrimci bir dönüşümün yolunu açan filmleriyle Yeni Dalga'yı başlatan yönetmenlerden biri olan Chabrol yarım asra yaklaşan kariyeri sırasında 70'ten fazla film ve TV prodüksiyonu gerçekleştirmişti. 1958'de çektiği ilk filmi "Le Beau Serge" (Yakışıklı Serge) aralarında François Truffaut ve Jean-Luc Godard'ın da yer aldığı Yeni Dalga sinemacılarının manifestosu olarak kabul edildi.
Chabrol'ün, Fransız burjuvazisinin üzerindeki saygınlık örtüsünü kaldırarak, ikiyüzlülük, şiddet ve kokuşmuşluğunu sergileyen filmleri gerilim dozuyla Alfred Hitchcock'un yapıtlarıyla da karşılaştırılmıştı.
Soluk soluğa çalışarak hemen her yıl bir film çeken Chabrol pek çok filminin senaryosunu da yazdı. Özgün senaryoların yanı sıra aralarında Madame Bovary (1991) de olan Fransız klasikleriyle Guy de Maupassant'ın öykülerini sinema ve televizyona uyarladı.
En beğenilen filmleri arasında 1968 ile 1970 arasında çektiği "Les Biches," (Dişi Ceylanlar) ve "The Butcher"ın (Kasap) yanı sıra 2000'de çektiği, gözde oyuncularından Isabelle Hupert'in başrolünü oynadığı gizem filmi "Merci pour le Chocolate" de (Sıcak Çikolata) var.
Chabrol'ün, başrolünü Fransız sinemasının devlerinden Gerard Depardieu'nün oynadığı son filmi "Bellamy" geçtiğimiz yıl gösterime girmişti.
24 Haziran 1930'da Paris'te bir eczacının oğlu olarak dünyaya gelen Claude Chabrol kendisi de filmlerinin kaynağı olan burjuva ortamdan gelen biri olmasa o filmleri çekmeye asla cesaret edemeyeceğini söylemişti.
Genç yaşta saygın sinema dergisi "Cahiers du cinema" da film eleştirileri yazmaya başlamadan önce edebiyat ve hukuk öğrenimi gören Chabrol ilk filmi "Le Beau Serge"i çektiğinde henüz otuz yaşına gelmemişti.
2004'te verdiği bütün eserler için Avrupa Film Ödülü'nü alan Chabrol'un üç evliliğinden üç oğlu vardı.

Slovakya'da Romanlar'a Nazi katliamı!


BRATİSLAVA- AB ülkelerinde Romanlara karşı başlatılan ırkçı saldırılar yeni boyutlara ulaşıyor.
30 Ağustos günü Slokya’nın başkenti Bratislava’da 7 Roman'ı katleden ve 14 Romanı ağır yaralayan Lubomir Harman adlı kişinin bir Slovak Neonazisi olduğu ortaya çıktı. Harman ve arkadaşları, aynı semtte yaşayan Romanlara birçok kez saldırıda bulunmuş.
Bratislava’nın ağırlıklı olarak Romanların yaşadığı Devinska Nova Ves semtinde bir 48 yaşındaki Harman, otomatik silahlarla ve 2 tüfekle önce Romanların yaşadığı bir eve girip önüne gelen herkese ateş açtı, sonra sokağa çıkıp tüm Romanları öldürmeye çalıştı. Polis geldikten sonra, saldırgan neonazi, kendi kafasına ateş ederek intihar etti. Ağır yaralananların arasında 3 yaşında bir Roman çocuğu da bulunuyor.
Saldırıdan sonra Slovak devleti, öldürülen Romanların uyuşturucu işiyle uğraştığını iddia ederek Harman'ı haklı çıkarmaya çalışırken, yerel basının bir kısmı da katliamcı neonaziyi savundu.
Ancak sayıları antifaşistlerin çalışması sonucu olayın gerçek yüzü komuoyuna yansıdı.

Nepal'de Maoistler yarıştan çekildi


KATMANDU- Nepal Birleşik Komünist Partisi-Maoist, yedi turdur sonuçsuz kalan başbakanlık yarışından adayını geri çektiğini açıkladı.
Yapılan açıklamada, Prachanda adıyla bilinen Pushpa Kamal Dahal'in parlamentonun yedi seferdir hükümeti seçememesini protesto etmek için adaylıktan çekildiğini belirtti.
Ne Prachanda ne de en büyük rakibi olan Nepal Kongresi'nin adayı, mecliste yedi seferdir tekrarlanan seçimlerde hükümet kurmak için yeterli çoğunluğu sağlayamamıştı.
Nepal'de, önceki Başbakan Madhav Kumar Nepal'in Maoistlerin etkili muhalefeti karşısında istifa ettiği 30 Temmuz tarihinden bu yana hükümet oluşturulamadı.
Nepal Birleşik Komünist Partisi-Maoist meclisteki sandalyelerin çoğunluğunu elinde tutuyor ama diğer partilerin desteği olmadan hükümet kuracak çoğunlukta ise değil.
YENİ BİR BAŞLANGIÇ YAPMAK İSTİYORUZ

AFP haber ajansına konuşan Maoist liderlerden Baburam Bhattarai, "Ülke, politikacıların kararsızlığının esiri haline geldi" dedi. Bhattarai, "Ulusal birlik hükümeti kurulması yolunda partiler arasında bir mutabakata varılması için yeni bir başlangıç yapılmasını sağlamak istiyoruz. Bu yüzden, yarıştan çekilmeye karar verdik" diye konuştu.
Yeni hükümet için bir sonraki oylamanın 26 Eylül'de tarihinde yapılması planlanıyordu ama oylamanın ertelenebileceği belirtiliyor.
Nepal parlamantosu, ülkenin savaş sonrası barış sürecini tamamlamak ve yeni bir anayasa hazırlamak için 2008 mayısında 2 yıllığına seçilmişti. Fakat, maoistler ile rakipleri arasındaki anlaşmazlıkları çözemeyen parlamento bugüne kadar her iki görevini de yerine getiremedi.
Maoistler, Nepal'de 10 yıl süren silahlı bir savaş verdikten sonra, 2008 seçimleri öncesinde yasal bir parti kurmuştu.

İsveç'te sandıktan merkez sağ çıktı

STOCKHOLM- İsveç'te Pazar günü gerçekleştirilen parlamento seçimlerini geçtiğimiz dönem yönetimde olan merkez sağ koalisyon kazanırken, göçmen karşıtı, ırkçı söylemleriyle bilinen İsveç Demokratları(SD Parti) ilk defa meclise girdi.
Başbakan Fredrik Reinfeldt'in başında olduğu İttifak oyların yüzde 49.2'sini alırken 349 koltuğun 172'sini almaya hak kazandı ancak hükümeti kurmak için çoğunluğu elde edemedi.
Seçimlerden yenilgiyle çıkan Sosyal Demokratlar da oyların yüzde 43.7'sini (157 koltuk) alabildi.
Reinfeldt seçim sonuçlarına ilişkin açıklamasında "Bu gece geniş bir destek gördük. Ancak bu sonuçlar beklediğimiz gibi değil." dedi.
Reinfeldt, hükümeti kurma çalışmaları sırasında oyların 5.2'sini alan SD Partisi ile işbirliği yapmayı düşünmediklerini, "yüzlerini oylarını arttıran Çevre Partisine döneceklerini" açıkladı.

İspanyol madenciler genel greve gidiyor

İspanya'da maden işçilerini temsil eden 6 sendika, işçilerin maaşlarının ödenmemesine karşı Eylül sonunda 4 günlük grev çağrısı yaptılar.



MADRİD- İspanya'da maden işçilerinin örgütlü olduğu sendikalar ödenmeyen maaşlar ve hükümet yardımları için işkolunda genel greve gideceklerini duyurdular.
Sanayi Bakanı Miguel Sebastian'la maden işçilerinin durumunu konuşmak üzere hükümet binasında bir araya gelen 6 sendikanın temsilcisi, görüşmelerin olumsuz geçmesi üzerine kendilerini binadaki bir odaya kilitlediler ve talepleri karşılanmadıkça orada kalacaklarını söylediler.
Sendikaların ortak açıklamasında "Sanayi Bakanının yanıtlaır bizi tatmin etmedi. Bu yüzden 22, 23,29 ve 30 Eylül tarihlerinde kömür sektöründe genel grev çağrısı yapmaya karar verdik" denildi.
Sendikalar, hükümetin maaşların ödeneceğine dair bir garanti sunmadığını aktardılar.
Halihazırda, Victorino Alonso ve Viloria isimli maden şirketlerindeki işçiler 2 aydır ödenmeyen maaşları için haftalardır yeraltında grevdeler.
50'ye yakın işçi 2 Eylül'den bu yana duşsuz, tuvaletsiz, is kaplı minderlerde yaşayarak direnişlerini sürdürüyor. Geçtiğimiz günlerde binlerce madenci ve destekçileri büyük bir gösteri düzenlerken, hükümeti protesto etmek için yollar ve demiryolları bloke edildi.
İspanya'da, kömürle çalışan kamusal fabrikalar, Güney Afrika gibi gelişmekte olan ülkelerden kömür ithal ediyor. İşçiler, bunun yerine, söz konusu fabrikaların kaynak olarak İspanyol kömürleri kullanmasını istiyor. Madenciler, bunun için gereken devlet sübvansiyonunu yürürlüğe koymakta başarısız olduğu için İspanya Başbakanı Joe Luis Rodriguez Zapatero'ya tepki gösteriyor.
Kararname Şubat ayında imzalanmış fakat Avrupa Birliği'nin serbest rekabeti bozabileceği endişesiyle askıya alınmıştı.
Hükümet, maden işletmelerinden kömürü kendisi satın alıyor ama işçiler bunu geçici bir çözüm olduğu fikrinde.
Başbakan Zapetero, geçtiğimiz hafta madencilerin kaygılarının farkında olduğunu ve bir çözüm arayışında olduğunu söylemişti. Sanayi Bakanlığı, 15 Eylül'de maden sendikaları ile işçilerin talepleri ile ilgili görüşmek üzere bir araya gelecek.
29 Eylül'deki grev, hükümetin Yunanistan'dakilere benzer bütçe kesintilerine karşı düzenlenen genel grevle aynı güne denk geliyor. 29 Eylül'de Avrupa'nın birçok ülkesinde de kitlesel grevler gerçekleştirilmesi bekleniyor.

Türkiye hakikaten "şimdi" mi üçe bölündü?


Referandum sonucunun tahlillerinin tahlili…

Geçen hafta referandum tahlililin sonuçlarından söz etmiştim, bu hafta da referandum sonuçlarının tahlilini ele alacaktım. Lakin sonuçlar yeterince tahlil edildi.

Bana düşen bu tahlilleri tahlil etmek. Herkesin (ters yönlerden de olsa) işaret ettiği bazı ortak olgular var: Türkiye üçe bölündü… Başkanlık sistemi geliyor…

Kimisi bunu demokratikleşme olarak alkışlıyor, kimisi karalar bağlıyor. Kimilerine göre gelişmeler fevkaladenin de fevkinde… Kimilerine göre vay başımıza geleceklere…

Amma ve lakin… Türkiye hakikaten “şimdi” mi üçe bölündü?

Yıl 1991, aylardan Kasım ve Türkiye’de bir seçim yaşanmıştı. “Aman memleket bölünüyor” tartışması da gırla gidiyordu. O sıralar şahsımın da çalışanlarından birisi olduğu ve Çetin ağabeyin (Uygur) başını çektiği İşçilerin Sesi gazetesi seçimleri manşetine şöyle taşımıştı: “Türkiye [seçmen oylarıyla] bölündü!”

“Bölündü” denilen Türkiye’nin alt coğrafyaları da üç aşağı beş yukarı şimdiki “evet, hayır, boykot” bölgelerine denk düşüyordu.

Evet, evet… Bunu tam da, “Şu devrimciler de çok mal insanlar, gelişmeleri hiç göremiyorlar” diyen çıtkırıldım yeni yetmeler, ekranlarda ahkam kesen medya maydanozları için yazıyorum ve haliyle kendimizle övünüyorum. Övünmese miydim yani?

Başkanlık sistemiyle en veciz değerlendirmeyi ise 1992 yılında Tayyip Erdoğan’ın kendisi yapmış ve BirGün de bunu aylar önce manşetine taşımıştı: Başkanlık sistemi ABD emperyalizminin dayatması!

Şimdilik başka lafa, muhteremin lafının üstüne laf söylemeye ihtiyaç yok… Öte yandan her başkanlık sisteminin (teorik olarak) öngöreceği eyalet sistemi de belli bir rotaya oturacak gibi… Nitekim Cumhurbaşkanı hem nalına hem mıhına vurarak şöyle deyiverdi:

“(Özerklik) Zihin bulandırıcı. Güven azaltıcı, ayrıştırıcı düşünce tarzları... Türkiye’nin demokratik standartlarını geliştirmek sorunları çözecektir. Bunlar masum değil, kurgusu var, arka planı var. Hiçbirini doğru buluyorum. Âdemi merkeziyetçilik, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi olabilir. Bunlar ayrı konular. Yerel yönetimler reformu çerçevesinde bakmak gerekir.”

Yani? Kürtlere özerklik felan lazımsa onu da biz veririz…Bir yandan Kürt muhalefeti yok edilecek, bir yandan özerklik… Demek ki o eyaletin başına, Kürt muhalefeti yok edildikten sonra, “Ne mutlu türküm diyene” diyebilen bir Kürt muktedir tayin edilecek… Bu arada Öcalan da Hakkari’deki faciayı değerlendirdi, bu eylem görüşmeleri durdurmayı hedefliyor dedikten sonra, bir ihtimal olarak bu işi PKK içinde bağımsız bir grup da yapmış olabilir dedi. Cumhurbaşkanı da aynı ihtimale işaret etmiş, PKK içinde bağımsız gruplar var demişti. Tek kelimeyle: İlginç!

Her neyse, son günlerdeki dikkat çeken gelişmelerden bir başkası da, Başbakan’ın “sermaye el değiştirdi” tespitiydi… Demek ki, üniversite, medya, ordu, yargı kaleleri fethedildi, şimdi sıra sermayeye çeki düzen vermeye geldi. ( O ne güzel tespitimizdi öyle: Bu tür gelişmelere “oligarşi içi çatışmalar” demez miydik?)

Bu yüzden olsa gerek, sermayenin sermaye ile savaşında taraf olma ya da bertaraf kılınma vakti de geldi. Ve dolayısıyla Taraf gazetesi de savaşını askeriyeden ve yargıdan büyük sermayeye yöneltti. Anadolu kaplanlarıyla birlikte İstanbul aslanlarına (dukalığına!) savaş açtı… Taraf manşeti şöyle: Maret sucuklarında virüs çıkmış… Bu sucuklar da Koçlarınmış. TÜSİAD’ın koçlarının…

Haydi bre Koç’a bile posta koyan Taraf koçlarım, yürüyün oligarşi üzerine, kim tutar sizi! Ama bari işçi haklarını da savunun… Hem saflarınızda sıkı komünistler de var… Sizlere eğitim çalışması yaptırsınlar. Tavsiyem şudur ki Nikitin’in Ekonomi Politik kitabından başlayın. (“Para” maddesine gelince şöyle bir durun, altını çizerek ve söylediklerinin tersini belleyerek okuyun, cukkanızı artırmanızda faydası olacaktır!) Bu arada biz yine ofsayda düştük. Çünkü hem aslanlara hem kaplanlara karşı, yani topyekun sermayeye karşı sınıf savaşı vermek zorunda kalacağız. Tüh!

Ve haliyle üff! Tahlilden bıktıysanız, alın size bir fantezi:

Gün gelir AKP’nin stratejisi tersine döner. Küreselleşme (globalizasyon) sürecinde küreyelleşmenin (grobalizasyon) askerleri olan AKP cephesi karşısında, aynı sürecin küyerelleşme (glokalizasyon) dinamikleri ittifak halinde devreye girer. Nasıl mı? Süreç içinde, evet oylarının ağırlıkta olduğu bölgeler, Marmara, Ege, Akdeniz (ve birer küçük kale olarak Artvin ve Dersim) ile boykot oylarının olduğu bölgeler görece özerkliklerini ilan ederler. İlk üç bölgede sanayileşme ağırlıktadır, emekçi Kürtler ve Türkler zaten iç içe yaşamaktadır. Orta Anadolu’daki alevi toplulukları da bu bölgelere göç ederler. Sanayi proletaryası, yoksullar, ezilenler, zulüm ve sömürüye karşı bir arada yaşama ve mücadele tecrübesi edinirler, kendi özdeneyimleriyle bilinçlenirler. Merkezi hükümet ve dahi padişah gücündeki başkan acz içinde kalır… Sonrası? Sonrası ise artık bilinçlenmeye başlayan emekçi yoksul Müslümanlar ile devrimcilerin nihayet buluşmasıdır! Yani? “Allah kerim, tek yol devrim!” Ya da?

“Gerçekçi ol ama imkansızı da iste!”

MELİH PEKDEMİR

Sosyalistlikten istifa edilemez Ümit Kıvanç


Sifonu çekmemmiş miydik?

Çekmiştik ama… Cumartesi günü Taraf gazetesinde “Ben hâlâ buradayım” diyen bir yazı daha yayınlandı. Ümit Kıvanç, Taraf’taki yazısında biz BirGün okurlarına da seslendiğinden, naçizane bir okur olarak kendimi cevap vermekle yükümlü hissettim.

Bütün derdi, belli: hani biz gazetemizde ilan etmiştik ya “Artık bu cenahla ilişkimiz kesilmiştir, bunların solculukla alakası kalmamıştır” diye, o da diyor ki “Asıl biz sizi terk ettik!”

Hiç fark etmez, “yetmez ama” uzak durun da değil, yeter ki uzak durun!

Ümit Kıvanç’ın aklı hâlâ Soğuk Savaş gazıyla çalışıyor. Ağzından bir türlü düşürmediği “değişimi” dahi fark edememiş. Darbeler döneminin, darbeler patronu ABD tarafından bitirildiğini, küreselleşme çağında emperyalizmin siyaseti kurgulama tarzının değiştiğini (tıpkı darbe heveskarları gibi) o da hâlâ algılayamamış… Ya da diyelim ki, “değişimi” fark etmiş de bunu sadece AKP’ye endekslemiş, çünkü ufku bu kadar...

Diyor ki: “Birgün gazetesi, ‘Yesinler birbirlerini’ dedi, hatırlayacağınız üzre. Bu kendi başına dünya sosyalist hareket tarihine geçecek bir ayıptı, bunu anlatamadık.”

İyi de Ümit Kıvanç, asıl sen ayıp etmiyor musun? Gazetemiz “Yiyin birbirinizi” dedi ve yediler işte birbirlerini! Yemediler mi? İki tarafın da kirli çamaşırları ortaya döküldü. Ve siz de yediğiniz AKP yandaşı yaftasıyla kalmadınız mı? Elbette en çok yiyen AKP oldu. Ordu şimdi AKP’nin ordusu kılınmadı mı? Sizler de olmamış darbeye karşı direnen en kahraman Rıdvanlar olarak tarihe geçmediniz mi? Bu kahramanlığınızın katkısıyla YÖK yani üniversite AKP’nin kalesi olmadı mı? Medyanın büyük bir kısmı artık AKP’nin ve cemaatin eline geçmedi mi? “Çevre merkeze el koydu” dediniz, Başbakanınız da “sermaye el değiştirdi” demedi mi? Artık nur topu gibi “demokratik” bir sermaye sınıfınız da var, Allah’ın izniyle işçileri daha az sömürür, siz yeter ki dua edin!

Yani bu yiyişmeden “sizler” kazançlı çıktınız, daha ne istiyorsun!

Üstelik derdini anlatırken sirkatin söylüyor, okuyucularını baştan kurduğun yalan sistematiğine yerleştirerek konuşuyorsun: “Önce herkesi birilerinin şeytan olduğuna inandırırsınız, sonra onların her yaptığı kötü olur. Nitekim Birgün (çevresi) de böyle yaptı” demişsin ya, bana da söyleyecek farklı bir şey bırakmıyorsun: “Önce herkesi birilerinin Ergenekoncu olduğuna inandırırsınız, sonra onların her yaptığı kötü olur. Nitekim Taraf (çevresi) de böyle yaptı.”

Yapmadı mı? Yemin et!

Yemin edersen taş olursun diyeceğim ama zaten zıvanadan çıkmışsın. Hayri Kozanoğlu hocamızın demecindeki “Türkiye’nin oldukça kemikleşmeye yüz tutan ‘yüzde 60 sağ-yüzde 40 sol’ dengesi büyük ölçüde referanduma da yansımış görünüyor” lafını da cımbızlayarak, “akıl kaçırtacak sözlerle” yorumluyorsun. Sana göre Hayri Hocamız meğer şöyle demek istiyormuş: “Nişantaşı’nın halktan iğrenen ırkçıları, Cihangir’in ille de orijinallik peşindeki şuursuzları, İzmir’in Kürtleri taşlayan beyinsizleri, şehit cenazesi kaldırmaktan ruhu kararmış, kinle dolmuş Egeliler, Hrant’ı yaşarken öldüren o ahlâksızca hükmü veren yargıçlar, devletin koçbaşı Hürriyet gazetesi, dağda bekleşen dokuz gerillayı sebepsiz yere öldürten kuvvet komutanı, Silivri cezaevindeki Ergenekon sanıkları... ‘yüzde 40 sol’a dahildir. Birgün ile birlikte.”

Tek kelimeyle: Yuh! Kendinize dair, “Biz de işte, ABD ve AB emperyalizmleri ile F tipi örgütlerin ya gönüllü hizmetkârı ya şuursuz şakşakçıları olarak, ‘yüzde 60 sağ’a dahiliz” şeklindeki algılamana elbette itirazım yok. "Hayri Kozanoğlu'nu sükunetli bilirdik ama bu saatten sonra kimseden sükunet, kibarlık beklemeyiz. Onu savunmak da bana düşmez, lakin BirGün okuru olarak, onun sözlerinden şu basit sonucu çıkartabilecek akıl ve izana elbette sahibim:

Bu referandum Türkiye’deki tarihsel sağ-sol dengesi diye bilinen denklemden farklı bir sonuç yaratmamıştır. Hayri Hocamız, referandumun yüzde kırkı içinde olanların sadece solcular olmadığını elbette bilir. Ama söylediği, hayır oyu vermiş olanların hepsi solcu olsa bile denklemdeki azami gücün ancak “bu kadar” olduğudur. Yine de iyimserdir ve tespitini şöyle sürdürmektedir: “Sosyalist-devrimci-radikal sol açısından bakılırsa; ÖDP, TKP, EMEP, Halkevleri‘nin bir araya gelmesi gelecek açısından önemli bir buluşmaydı.” Sanırım senin nasırına basıldığı yer işte görmezden geldiğin bu tespittir ve bu tespit de elbette “asıl sosyalist biziz” diye çığırtman önünde ciddi bir engeldir. Çünkü solu tasfiye programının başlıca enstrümanlarından birisi senin gibilerin “asıl sosyalist biziz” diye çemkirebilmesidir.

Ama sen hakaretlerine zaten mesnet bulmuşsun: “Çünkü giderek tuttuğumuz saflar öyle bir ayrışıyor ki,” diye laflarını sürdürüyorsun… Ve yine halt ediyorsun. Bizler daha önceleri tuttuğumuz safların (giderek değil!) çoktan ayrıştığını ilan etmiştik, daha ne diyorsun!

Eh, hikmetini bizden esirgemiyor, öğüt vermekten kaçınmıyorsun: “Ağabeylerinizin Lenin’den anlayıp size aktardığı, galiba aşağı yukarı şöyle bir şey: Bütün iktidar sovyetlere verilmesin, çünkü bu meclislerdeki işçi ve asker temsilcileri dindar.”

Anladık, derya denizsin, hem Lenin’i biliyor, yetmiyor Rosa Luxemburg ve Antonio Gramsci’yi de hatmetmiş bulunuyorsun. Breh breh! Haliyle biz cahiller sürüsüne elitler tepesinden bakabiliyorsun: Eh işte, bunları biz bilmiyormuşuz, okumamışız… Bu yüzden de bütün iktidar Sovyetlere dahi demezmişiz, çünkü o Sovyetlerde dindarlar var olurmuş! Yahu Ümit Kıvanç, “Bu komünistler zaten Kuran da yakarlar, Allah’a da küfrederler” diyenlerden azıcık bir farkın olsun be… Bu kadar özdeşleşme müttefiklerinle be adam! Sizlere ne yaptılar böyle?

Yahu sizler artık sosyalist, devrimci filan olmaktan çıkıp sahiden de sadece tuhaf bir “şey” oldunuz. Adınızı da kendiniz koydunuz, “şeyhinizin sol şeyi” olmayı tercih ettiniz.

Madem; “siz, otokrasi, burjuvazi ve Çarlık ordusu subaylarıyla birlikte ‘sol’ kampı oluşturun. Bu halinizle, değil devrimci, ‘demokrat arkadaş’ bile olamazsınız” diyebiliyorsun!

Madem; “Ben Humeyni ile aynı safta Şah rejimine karşı savaşır, sonra da iktidar mücadelesini kaybedip öldürülürdüm. Kabul. Siz ne yapardınız? Şah’ın ordusu kefen giymiş yürüyen on binlerce insana ateş açarken ‘yesinler birbirlerini’ derdiniz, onu biliyoruz” dahi diyebiliyorsun!

O halde, bizler sifonu son kez çekmeden önce, şunları da dinlemeye mecbursun!

Dinle ki, “Otokrasi, burjuvazi ve Çarlık ordusu subaylarıyla birlikte ‘sol’ kampı oluşturun” diye höykürdüğün ama emperyalizme, oligarşiye, burjuvaziye ve militarizme her zaman postasını koymuş devrimcilerden sana son bir nasihat olsun:

Ortalıkta “Şah” filan yok. Bu bir. “Şah” mat oldu… Sizin gibi piyonlar var sadece… Bu da iki… Darbeye karşı kahramanlık taslıyormuş gibi davranmanın da hiçbir delikanlı tarafı yok. Çünkü darbe filan da yok. Çünkü “Şah” artık darbe istemiyor. Satranç tahtasına sürdükleri senin gibi piyonları kırpıp kırpıp medya yıldızı, köşe yazarı yapıyorlar artık. Bakıyoruz da AKP ve cemaat medyasında ve ekranlarında sesiniz epey gür çıkıyor…

Rolünüzü iyi becermektesiniz. Yalan sizde… İftira sizde… Goebbels propagandasının bütün ince ve sinsi taktikleri sizde… Sahibiniz bir tarafından üfürünce öbür tarafından “asıl sosyalist biziz, asıl sosyalist biziz!” diye ötebilme düdüklüğü de sizde….

Ümit Kıvanç, “sosyalistlikten istifa işlemlerinden” söz ediyorsun ya... Behey şaşkın! Sosyalistlik senin sandığın gibi para kazanılan bir iş değil. Kıdem tazminatı, tatil günleri, emekliliği filan olmaz. Behey küfürbaz! Sen belki sosyalistlikten istifade etmişsindir ama sosyalistlikten istifa edilemez… Senin gibilerin yaptığı gibi “sosyalistlikten” sadece cayılabilir, yaptığınız da budur ve hiç şaşırtıcı değildir.

Sosyalist hareket ise ancak dipten gelen dalgalarda hayat bulur… Sizlerin medyatik gürültüleriniz ise sadece bağırsak gurultusudur. O da geçer…

Ama, sizler de bu ülkenin bir realitesisiniz ve işte referandum sonuçlarının posasından arda kalan bir şey’siniz. Ama katiyen bir “başlangıç” sayılamazsınız. Sadece zavallı bir sonuçsunuz. Kendinizin de değil, başkalarının sonucu… Posa, bir sonuçtur!

Bizde istifa müessesesi yoktur, arkadaş!

Zaten sifonu çekmiştik. Daha fazla su ziyan ettirmeyin.

Y. YILDIZ

5 kişinin katili korucu tutuklandı

Ağrı’nın Otlubayır Köyü’nde su sorunu nedeni ile 5 kişiyi köy meydanında öldüren Köy korucusu ve akrabası tutuklandı.
Otlubayır köyü’nde Köy Muhtarı Vehbi Aksoy, Vahit, Sinan, Hakan ve Serkan Aksoy’u öldüren Gönüllü Köy Korucusu N.A. ve akrabası olan G.A. Ağrı’da çıkarıldıkları mahkemece tutuklanarak, Ağrı M tipi Kapalı Cezaevi’ne gönderildiler.
Diğer sanık A.K. ise tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı. Kavgada yaralanan 3 kişinin sağlık durumlarının iyi olduğu cenazelerin, Trabzon Adli Tıp Kurumunda yapılacak olan otopsinin ardından toprağa verileceği açıklandı.

(ANKA)

F Tipi'nde 'açık görüş' zaferi

F Tipi Cezaevi'ndeki mahkum, birinci derece yakınlarının dışında kişilerle açık görüş hakkı için girdiği hukuk mücadelesini kazandı.

Yasadışı örgüt üyesi olduğu gerekçesiyle aldığı ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası Sincan F Tipi Yüksek Güvenlikli Kapalı Ceza İnfaz Kurumu'nda infaz edilen bir mahkum, 2006'da Danıştay 10'uncu Dairesi'ne başvurarak "Hükümlü ve Tutukluların Ziyaret Edilmeleri Hakkındaki Yönetmeliğin" 14'üncü maddesinin iptalini istedi.

Mahkûm, bu maddenin "kendisi gibi bekâr ve annebabası hayatta olmayan hükümlülerin açık görüş olanağını kaldırarak insan haklarına ve eşitliğe aykırı düzenleme getirdiğini, yasa hükmünü daraltarak normlar hiyerarşisi kuralını ihlal ettiğini" savunuyordu.

Savunma "güvenlik zafiyetini engellemek amacıyla kapalı görüşe gelebilecek kişiler ile açık görüşe gelebilecek ziyaretçiler arasında ayrıma gidildiğini" belirterek davanın reddini istedi.

Dosyayı inceleyen Danıştay Tetkik Hâkimi, mahkûmun itirazını geçerli buldu. Hâkim, 5275 sayılı kanunun "hükümlüyü ziyaret" başlıklı 83'üncü maddesinin, Adalet Bakanlığı'na açık ve kapalı görüşlerin yalnızca saat, yer ve süre gibi koşullarını düzenleme yetkisi verdiğine dikkat çekti.

Danıştay savcısı bu görüşe katılarak, kanunun Adalet Bakanlığı'na ziyaretçileri belirleme yetkisini vermediğini vurguladı. Savcı, ziyaretçileri sınırlayıcı düzenleme getiren yönetmeliğin 14. maddesinin, Anayasa'nın 124. maddesine ve normlar hiyerarşisine uymadığını kaydetti.

MEKTUPLA ÖĞRENDİLER
Danıştay hem yönetmeliğin 14. maddesinin iptaline, hem de 658.7 liralık mahkeme masrafının davcıya ödenmesine karar verdi. Karara 30 günlük yasal süre içinde itiraz gelmedi. Böylece, yaklaşık 10 yıl önce F Tipi'ne gönderilen ve o günden beri de anne, baba, eş, çocuk ve torunları dışında hiç kimseyle açık görüş yapamayan siyasi mahkûmları sevindirecek karar kesinleşti.

Adalet Bakanlığı, kararı cezaevlerine tebliğ etti. Ancak kararın üzerinden neredeyse 10 ay geçmesine karşın F Tipi Cezaevleri'nde kalan mahkûmlara bildirim yapılmadı. Mahkûmlar, diğer cezaevlerindeki hükümlülerle mektuplaşırken gelişmeden haberdar olabildi.

"İlk bertaraf olan ben oldum"



Habertürk Gazetesi, gazeteci-yazar Bekir Coşkun’un işine son verdi.

ANKA’nın edindiği bilgiye göre, sabah saatlerinde Habertürk Gazetesi’nin Genel Yayın Yönetmeni Fatih Altaylı, Bekir Coşkun’u arayarak, işine son verildiğini tebliğ etti.

Bekir Coşkun da işine son verildiğini ANKA’ya doğruladı. Coşkun, bir soru üzerine, “Altaylı’nın beni arayarak işime son verildiğini tebliği etti. Altaylı, editörler ve Habertürk’ün sahibinin işime son verilmemesi konusunda son derece çaba sarfettiğini biliyorum. Ancak, baskı çok yoğundu yapılacak birsey yok. İlk bertaraf olan ben oldum. Bir ormanda yangın çıkarsa, o ormanda hiçbir canlı kalmaz, bütün canlılar yanar. Türkiye’de de bir orman yangını var. Bunu hep söyledim. Bu yangın devam ediyor, bu gidişle de ormandaki yangın gibi herkesi yakacak” dedi.

(ANKA)

‘Made in Germany’ imamlar yolda!


Önümüzdeki hafta imam yetiştirecek iki ya da üç üniversite belli olacak. Hükümet, Bilim Konseyi’nin önerdiği bütün çalışmaları tamamlamış gibi görünüyor ve iş sadece hangi üniversiteye para verileceğinin kararlaştırılmasına kaldı. Birçok üniversite eğitim vermek için başvuruda bulundu.

Yalnız Almanların tahmin edemedikleri daha doğrusu beklemedikleri bir pürüz ortaya çıktı. Pürüz şu sorunun cevaplandırılmasında yatıyor: Mezuniyetten sonra bu imamlara kim iş verecek? Öyle ya, Almanya’da din ve inanç özgürlüğü var, isteyen istediği gibi ibadetini yapar ve ibadet için istediği kadar da para harcar. Fakat devlet din görevlisi istihdam etmiyor. Herhangibir camisi de yok. (Bu kiliseler ve sinagoglar için de böyle. İş cemaate bırakılmış)

Daha proje fikir aşamasındayken Alman eğitim bakanı, cemaatlerin kapısını çalmış, onlardan destek sözü almıştı. Cemaatler, bakana Almanya’da hem din dersi öğretmeni hem de imam yetiştirilmesine sıcak baktıklarını bildirmişti. Hatta aralarında Diyanet’in Almanya örgütlenmesi olan Diyanet İşleri Türk İslam Birliği (DİTİB) başta olmak üzere dört büyük İslami federasyonunun biraraya gelerek oluşturdukları, Almanya Müslümanlar Koordinasyon Konseyi (KRM) de projeye ‘partner’ olarak katıldığını açıklamıştı. Şimdi iş pratiğe geldiğinde, her grup başka bir bahane öne sürerek ortalıktan kayboldu.

ÖRGÜTLENEN İSLAMCI İYİ İSLAMCI
Belki de proje başlarken Türklerin kafasında “Biz bunları kendimize benzetiriz” vardı. Almanlar ise, birlikte iş yaparak bu cemaat ve tarikatları ‘Euro İslam’ diye de tabir edilen ‘seküler İslam’a yaklaştırmayı umuyordu. Hâlâ da Alman devletinin hedefinin, politik olmayan, seküler eğitimi engellemeyen bir aydınlanmacı İslam yaratmak olduğu söylenebilir.
Aslında Alman devleti uzun bir süredir Müslümanların meşru temsilcilerini arıyor ve Müslümanları örgütlenmeye teşvik ediyor. Bunda oldukça başarılı oldu da. İslamcılar örgütlendikçe Alman devletinden maddi dâhil her türlü desteği gördü. “Her kim nasıl inanıyorsa ve inancı gereği nasıl ibadet ediyorsa, ona uygun örgütlensin” diyen Alman devleti, yalnızca ibadetin ve örgütlenmenin ‘denetlenebilir bir açıklıkta olmasını’ istiyor. Bir türlü bunu elde edemediği için de, kendi yetiştirdiği imamları cemaate, din bilgisi öğretmenlerini de okullara göndermeyi planladı. Türkiye Cumhuriyeti’nin 80 küsur yıl önce yapmaya karar verdiği şeyi aslında Almanya şimdi denemeye kalkıyor. DİTİB ve diğer federasyonlar Almanların ciddi olduğunu anlayınca, önce işi savsaklayıp “hallederiz” durumuna getirdi, şimdi de ortalıktan kayboldu.

DİYANET TEMSİLCİLİK TEKELİNDEN VAZGEÇMİŞ
Normalde hiçbir zaman biraraya gelmeyen çeşitli cemaatler, özünde Alman devletinin imkânlarından yararlanmak ve tacizlerinden kurtulmak için, Mart 2007’de Müslümanlar Koordinasyon Konseyi adıyla göstermelik bir birlik oluşturdu. Birliğe üye 4 büyük federasyon kendi gündemini takip ederken, Alman devletinin ‘Müslüman muhatap’ ihtiyacını da karşılamış oluyor. Bu çatı örgütünün diğer yararı ise, tarikatlar ve Türk devleti arasında, “Almanya’daki Müslümanların temsilcisi kim?” sorusuna “hepimiz” yanıtını verecek bir konsensüs oluşması. Yani Diyanet pratikte Türkiye’de elinde tuttuğu ‘temsilcilik tekeli’nden Almanya’da vazgeçmiş durumda. Çatıyı oluşturan federasyonlar şunlar: İmamları Türk devlet memuru olan Diyanet İşleri Türk İslam Birliği (DİTİB), Süleymancıların çatı örgütü İslam Kültür Merkezleri Birliği (VIKZ), Milli Görüşçülerin İslam Konseyi (IRD) ve Alman Müslümanların kurduğu, muhafazakâr Türklerin ve Arapların da üye olduğu Almanya Müslümanlar Merkez Konseyi (Zentralrat). İşte bütün bu federasyonlara, “mezun olan imamlardan ne kadarına iş verirsiniz?” diye soruluyor. Hangi cemaat mezuniyetleri sonrası bu imamlara iş vermeyi garanti ederse, o cemaatin imam eğitimi sırasında hocaların seçiminden, ders programının oluşturulmasına kadar çeşitli kademelerde söz hakkı olacak.

CEMAATLER İMAM EĞİTİMİ VERİYOR
Müslümanlar “söz hakkına evet, iş verme garantisine hayır” diyor gibi görünseler de, aslında devlet üniversitelerinde imam yetiştirilmesine de karşı olduklarını Alman basınına yansıyan demeçlerde örtülü bir biçimde hissettirmeye başladılar. Örneğin Almanya’da imam yetiştirilmesini savunan İslam Kültür Merkezleri Birliği’nin sözcüsü konumundaki (kendileri diyalog görevlisi diyor) Erol Pürlü, en son Almanya’da imam yetiştirilmesine karşı olmadıklarını ancak, imam yetiştirmeyi de cemaate bırakmak gerektiği yönünde bir açıklamada bulundu.
Pürlü’ye göre, “devlet üniversitesi yetişmiş imamlara ileri eğitim versin.” Çünkü yaklaşık 300 camisi olan İslam Kültür Merkezleri Birliği harıl harıl imam eğitimi de veriyor. Aynı birliğin bazen başı Alman devletiyle derde giren öğrenci yurtları ve kuran kursları da var. Pürlü, örneğin Spiegel dergisi muhabirlerine, birliğin Köln’deki imam eğitiminden vazgeçmeyeceğini düşündüğünü de söylemiş. Çünkü “orda İslam mistik elementlerle öğretiliyor…” Bu mistik elementleri merak edip birliğin Almanca şık internet sitesine girdiğimizde ise, Süleyman Hilmi Tunahan Efendi’ye rastlanıyor. Süleymancılar, kendi yetiştirdikleri imamlara Alman devleti geçerliliği almak için projeyi desteklemiş ama şimdi iş değişmiş. Diğer tarikatlarda da benzer bir durum var. Örneğin Hessen eyaletinde Risale-i Nur Dersleri yoğunluklu eğitim çalışmaları yürüten Hessen İslam Cemaati Başkan Yardımcısı Ünal Kaymakçı, Alman imamların hiçbir yerde iş bulamayacağına inananlardan.

‘ALMAN İMAM TÜRKİYE’DE EĞİTİLSİN
Almanya’da imamların en büyük işvereni konumundaki Diyanet de bu imamlara iş verecek gibi görünmüyor. DİTİB diye bir dernek altında örgütlenmiş Diyanet’e bağlı toplam 896 dernek bulunuyor. Derneklerin hepsinde en az bir imam bulunuyor ve imamlar en fazla 3 yıllığına Türkiye’den atanıyor.
Almanya’da bağımsız biliminsanları, uzmanlar, politikacılar ve bakanlık temsilcilerinden oluşan Bilim Konseyi’nin, imam eğitimini projelendirirken Diyanet İşleri Başkanlığı Dış İlişkiler Daire Başkanı Prof. Dr. Ali Dere ile de Köln’de görüştüğü anlaşılıyor. Dere’nin Konsey üyelerine söylediklerinden basına yansıyanlara bakılırsa, DİTİB, Almanya’dan imamlar yetişmesine karşı değil, hatta bunu savunuyor. Ama, Dere’nin derdi başka: “Almanya’dan gelen adayları biz cemaatte veya Türkiye’deki seminerlerde eğitelim. Bakalım hangi yol en iyisi. Bekleyelim…” Elbette DİTİB ya da Diyanet, 1.000’e yakın camisi ile kontrol ettiği yaklaşık 3 milyon Müslümanın kontrolünü Alman devletine bırakmayı istemez.

DİYANET DERNEK İMAMININ PARASINI ÖDÜYOR
Bir de olayın maddi yanı var ki, DİTİB’in denetiminin gevşek olduğunu düşünenler arasında, Deniz Feneri e.V’deki gibi bir skandalın hâlâ nasıl çıkmamış olmasını soran çok. DİTİB, aslında Diyanet’e ya da Türk devletine hiçbir biçimde resmen bağlı değil. Ama DİTİB imamlarının parasını Türk devleti gönderiyor. Çünkü Almanya’da din işleri devlete değil cemaate bırakılmış. Olay biraz karışık ama şöyle: DİTİB sonunda e.V olan tıpkı Deniz Feneri gibi, sadece bir dernek. Dernek bağış topluyor, yardım yapıyor, cami satın alıyor, kuruyor, devlet kurumlarının yapamayacağı ticari faaliyetler yürütüyor vs vs. Türkiye’nin Almanya Büyükelçiliği Din Hizmetleri Başmüşavirliği’ne kim atanıyorsa, hemen DİTİB Genel Kurul yapıyor ve bu müşaviri dernek başkanı seçiyor. Bu arkadaş Berlin yerine Köln’e geliyor ve DİTİB genel merkezindeki işlere bakıyor. Şimdiki müşavir ve DİTİB Başkanı da aynı kişi: Sadi Arslan. Bilin bakalım DİTİB’in 2. adamı ve Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı kim? Evet, Prof. Dr. Ali Dere. Bu kadro da hep Diyanetten bir üst düzey yönetici oluyor. Türk devlet memurlarının bir derneğe yönetici seçilerek asıl işlerini bıraktıkları bir örnek daha var mı bilinmez. Ali Dere’nin Almanya’daki asıl kadrosu ya da Almanya’da yaşayıp yaşamadığı da bilinmiyor.

Çocuklar, mahkemeyle yüzmeye gidebiliyor

ALMANYA din dersi öğretmenini ve imamı özellikle yeni nesil için istiyor. Her şeyden önce, din dersinin ve ibadetlerde de en azından Cuma hutbelerinin Almanca olmasını şart koşuyor. Almanya yeni neslin radikalleşmesinden, birinci kuşak Müslüman göçmenlere göre daha fazla şerri hükümlere itibar etmesinden korkuyor. Araştırmalara göre, birinci kuşak, çocuklarını Alman çocukları gibi yetişsin diye okula gönderirken, şimdiki 3. ve 4. kuşak daha fazla şeriata uygun öğrenim istiyor.
Almanya’da İslamcıların bir kısmı, çocuklarının yüzme, beden eğitimi, biyoloji ve cinsellik bilgileri derslerine girmelerine ya da okul gezisine katılmalarına izin vermediklerinde okul yönetimleriyle sorun yaşıyor. Bu dersler zorunlu. Bazı okullar, bu tür ailelerin isteklerini yerinde bulsa da, bazı okullar buna kesin karşı çıkıyor. Bu tür olayların mahkemelere taşındığı bile gözlemleniyor. 2008 Mayıs ayında Duesseldorf İdare Mahkemesi’nde ilginç bir dava karara bağlandı ve en azından Kuzey Ren Vestfalya Eyaletindeki çocuklar, mahkeme kararıyla yüzme dersine girmeye mecbur edildi.
Remscheid kasabasında yaşayan bir aile 12 yaşındaki kızlarının sınıf arkadaşlarıyla yüzme dersine girmesine ve yüzme havuzunda yüzme öğrenmesine karşı çıktı. Aile, kızlarının yüzme dersinde diğer çocuklar tarafından bedeninin görüneceğini bunun da islamda yasaklandığını iddia etti. Okul idaresi çocuğun t-shirt ya da haşemayla derse girebileceğini, dersten muaf olamayacağını bildirdi. Aile buna da, ıslak elbise beden hatlarını daha çok ortaya çıkarıyor gerekçesiyle karşı çıktı. Olay mahkemeye gitti.
Mahkeme, aileyi değil, okulu haklı buldu. Mahkemenin kararının temeli şu: Yüzme dersi bireyin dini özgürlüğüne bir saldırı olsa da, devletin eğitim verme görevi, bireyin inancı dolayısıyla engellenemez. Birey, bu derse girmesine imkân sağlayacak elbiseyi kendisi bulmak zorunda. Kız ve erkek öğrencilerin ayrı eğitilmesi imkânı da yoktur.

11 YAŞINDAKİ ERKEK ÖĞRENCİ KIZLARA BAKARSA...
Bu yüzme ve diğer mevzulardaki sorunlar 90’lı yıllarda başladı ve o yıllarda mahkemeler ve Almanya Yargıtay’ı daha çok inançlı ailelerin lehinde karar veriyordu. Son dönemde inancın, seküler hukuk ve toplumu tanımayan, paralel hukuk ve toplum oluşturma hedefinden korkuluyor. Bir de Müslümanların her gün yeni bir kuralının çıkmasından Alman eğitim sistemi bunaldı.
Yüzmeyle ilgili başka bir örnek ise yine içler acısı: 2005’de yine aynı mahkemede 11 yaşında bir erkek öğrencinin davası görüldü. Aile, çocuğunun mayolu kızlara bakacağı gerekçesiyle yüzme derslerine girmesini yasakladı. Okul mahkemeye gitti. Mahkeme daha somut ve açık bir karar verdi: Öğrencinin derste mayolu kızları göreceği için günah işlemesi düşünülemez. Almanya’da yaz boyunca rahat giyinmiş bir sürü insan meydanlarda olacak ya da duvarlara asılmış afişlerde, mayo reklâmlarında çocuk zaten her zaman yarı çıplak insanlar görecek.

Fethullahçıların camilerde gözü yok!
“BİZİM cihadımız eğitimdir” fikri üzerinden taban kazanmayı başaran Gülen cemaati, Almanya’da imamla ya da camiyle değil öğrencilerle ilgileniyor. Evrensel gazetesi Almanya muhabiri Yücel Özdemir’in derlediği rakamlara göre, Almanya’da Gülen cemaatine yakınlığı ile bilinen 14 kadar özel lise (Privatgymnasium) var. Sadece başkent Berlin’de 2004’te açılan özel okul bünyesinde 4 anaokulu, bir lise ve bir ortaokul bulunuyor. Okullar Spandau, Treptow-Köpenick ve Kreuzberg ilçelerinde kuruldu. Spandau’daki lise geçen yıl 310 öğrenci ile eğitime başladı. Lise yöneticileri talebin yıldan yıla arttığını söylüyor.
Almanya’daki ‘eğitim cihadı’, tarikat mensubu ‘öğrenci ve akademisyenlerin’ biraraya gelerek kurduğu dernek ve vakıflar üzerinden okul sonrası ‘ders yardım kursları’yla başladı. Köln, Berlin, Stuttgart, Münih, Hamburg, Frankfurt gibi büyük kentlerde Gülen’e yakın çevreler tarafından kurulan dernekler, Türkiye kökenli göçmenlerin yoğun yaşadığı semtlerde ders yardım kursları açarak işe başladı. Bu kursların sayısının 150’yi geçtiği tahmin ediliyor. Kurslarda ders yardımı elbette, öğrenci ile öğretmen arasında ‘eğitimle’ sınırlı bir ilişki olarak kalmadı, geniş bir sosyal çevrenin oluşmasına da hizmet etti. Öğrenciler ve aileleriyle ders yardım kursları üzerinden kurulan ilişkiler daha sonra kurs dışı alanlarda da ‘sosyal etkinlikler’, davetler, toplantılar şeklinde sürdü. Çok sayıda ‘ışık evi’ de bu çevreye hizmet veriyor. Buralarda daha çok Türkiye’den veya başka ülkelerden ışık evlerinde yetişmiş, Almanya’ya okumaya ya da mastıra giden öğrenciler kalıyor ve bu kurslarda öğretmen olarak çalışıyorlar.
Çoğunlukla, en alt okul tipi olan Hauptschule’ye devam eden Türkiye kökenli öğrencilerin aileleri, çocuklarının okulda başarılı olabilmesi ve bir üst okul tipine geçebilmesi için çaresizlikten bu kursların kapılarını çalıyor. Türkiye kökenli öğrencilerin eğitim durumuyla ilgili rakamlar da işler acısı. Öğrencileri yarısı herhangi bir diploma almadan okulu bırakıyor. Gençlerin yüzde 40 ise, herhangi bir meslek öğrenmiyor.

DİYALOG MU TAKİYYE Mİ?
Gülen’in ‘dinler arası diyalog’ taktiğini kendilerine dayanak edinen bu kursların yöneticileri belediyeler, kiliseler, siyasi partilerle de iyi ilişkiler kurmaya özen gösteriyor ve böylece kendilerini kabul ettirmeye çalışıyor. Bu konuda da aldıkları mesafe küçümsenemez. Örneğin Cem Özdemir’in Berlin’deki okulun bir toplantısında “Buralarda geleceğin demokratları yetişiyor” dedi. Alman entegrasyon bakanı da okulları “Rüyayı gerçeğe çeviren okullar” diye övmüştü. Stuttgart’ta BIL, Köln’de Dialog, Mannheim’de Sema, Ludwigshafen’de Forum, Hannover’de VIB, Hamburg’da Alsterring-Gymnasium adlı okullar aynı yöntemle kuruldu ve işliyor.
Önce bir grup ‘eğitim gönüllüsü’ dernek kuruyor, sonra esnaftan topladığı ‘bağışlarla’ özel lise kurmak için belediye ve eyalet eğitim bakanlıklarına başvuruluyor. Almanya’da 3 yıl boyunca kendi ayakları üzerinde durmayı başaran özel liseler daha sonra devlet tarafından maddi olarak destekleniyor. Kuzey Ren Vestfalya Eyaleti’nde özel liselerin giderlerinin yüzde 94’ü eyalet eğitim bakanlığı tarafından karşılanıyor. Aşağı Saksonya’da ise bu oranın yüzde 90 olduğu belirtiliyor.

ERDOĞAN ‘PAT’ DİYE SÖYLEDİ AMA…
Başbakan Erdoğan’ın bir Almanya ziyaretinde Köln’e topladığı ve çoğu Diyanet’in sağladığı otobüslerle gelen yaklaşık 10 bin kişiye yaptığı konuşmada Almanya’da Türk liselerinin açılması gerektiği yönündeki çıkışı, Fethullah Gülen cemaatini hem memnun hem de tedirgin etti.
Memnun etti, çünkü Türkler bu konuşmadan sonra Fethullah okullarına daha çok çocuk göndermeye başladı. Tedirgin etti, çünkü Erdoğan’ın konuşması Alman basınında yer alınca, Fethullahçılar’ın ısrarla söyledikleri “Biz Türk okulu değiliz” sözü biraz inandırıcılığını kaybetti. Berlin’deki Fethullahçı okulların genel başkanı İrfan Kumru, Alman basınına gönderdiği tekziplerde ha bire, okullarının Türk okulu olmadığını ve Fethullahçılıkla da ilgilerinin bulunmadığını yazıp duruyor. Ama bu okullardaki Türkiye kökenli olmayan öğrenci sayısı da hiçbir yerde yüzde 1’in üzerine çıkmadı.

SELAMİ İNCE
Return top